Dokuzuncu Fasıl Hudâ adamından beslenen bir mürîdin rûhu kol kanat ve pâl sâhibi olur

Namazdan daha fâziletli ne olduğunu sordun. Cevâbın birisini izahlar ile verdik. Ve namazın rûhu namazdan daha fâziletlidir dedik. İkinci cevâp budur ki: Îmân namazdan daha fâziletlidir. Çünkü namaz beş vakitte ve oysa îmân dâima farzdır; ve namaz kılındıktan sonra düşer ve ertelenmesine rûhsat vardır. Ve îmânın namaza daha üstün olduğu hakkında başka izâhlar vardır. Îmân hiçbir özür ile düşmez ve ertelenmesine rûhsat yoktur. Namazsız îmân fayda verir; ve münâfıkların namazı gibi, îmânsız namaz menfaat vermez. Ve namaz herbir dinde bir başka türlüdür; ve îmân hiçbir dinde değişmez; ve halleri ve kıblesi vesâiresi değişken değildir. Ve başka farkları da vardır ki, dinleyicinin cezbettiği kadar meydana gelir. “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nünezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ (Hicr, 15/21) Yânî “Halkın muhtaç olduğu eşyanın hepsi, bizim kudret ve emrimizin hazîneleri indindedir. Biz onu ancak bilinen miktar üzere indiririz.” Dinleyici hamur yoğuran kimsenin önünde un gibidir; ve söz de su gibidir. Una lüzûmu kadar su dökerler. Şiir:

Tercüme: “Gözüm başkasına bakar. Ben ne yapayım, sen kendinden şikâyet et! Çünkü onun aydınlığı sensin.” “Gözüm başkasına bakar.” Yâni senden başka bir dinleyici arar, ben ne yapayım, onun aydınlığı sensin; çünkü sen, senliğin ile sen, kendinden kurtulmamışsın ki senin aydınlığın yüzbin sen ola idi.

Hikaye: Pek sıska ve pek zayıf ve hakîr bir şahıs var idi. O derecede ki, bakışlarda bir serçe kuşu kadar gâyet hakîr görünür idi; ve sûretleri hakîr olan kimseler bile ona hakâretle bakıp, o hakîr şahsı görmezden evvel kendi sûretlerinin hakâretinden şikâyetçi olsalar idi, Hakk’a şükrederler idi. Bununla be-raber o şahıs pâdişahın divânında vezîrin yüzüne karşı dürüst söz söyler ve çok büyük iddialarda bulunur idi. Vezirler ondan etkilenmekle berâber onun sözünü hazmederler idi.

Derken bir gün vezir hiddetlendi: “Ey dîvân ehli! filân oğlu filânı kölelikten kaldırdık ve ekmek ve ni’metle besledik. Bizim ve babalarımızın bir lokma ekmeği ve ni’meti ile adam oldu ve bu makâma geldi. Şimdi bize bu muamelede bulunuyor” diye bağırdı. O şahıs da onun yüzüne atılıp dedi ki: “Ey divân ehli ve devlet büyükleri ve memleket erkânı! Doğru söylüyor. Ben, onun ve babalarının ni’meti ve ekmek kırıntılarıyla beslendim ve büyüdüm. Onun için böyle hakîr ve rüsvâ oldum. Eğer başka birisinin ekmek ve ni’meti ile beslenmiş olaydım, mümkündür ki, sûretim ve endâmım ve kıymetim bundan iyi ve bundan daha çok olur idi. O beni topraktan kaldırdı. Onun için “yâ leytenî küntü turâbâ” (Nebe, 78/40) Yânî “Keşke toprak olaydım” diyorum. Eğer adam olan bir kimse beni topraktan kaldırsa idi, böyle gülünç olmazdım.

Şimdi, Hudâ adamından beslenen bir mürîdin rûhu kol kanat ve pâl sâhibi olur; ve bir yalancı ve riyâkârdan eğitim almış olan ve ilim öğrenen ve terbiye ve mücâhede bulan kimsenin rûhu, hakîr şahıs gibi zayıf ve âciz ve kederli olup, tereddütlerden kurtulamaz ve onun hususları kusurlu olur. “Vellezîne keferû evliyâuhümüt tâgûtu yuhricûnehüm minen nûri ilâz zulümâti” (Bakara, 2/257) yâni “Kâfirlerin dostu olan Tâgût onları, fıtratları olan İslâm nûrundan çıkarır.”

Bütün ilimler, insanın çamurundan yoğrulmuş olduğundan rûhu yokmuş gösterir. Nitekim, sâf su, altında olan taş ve çanak ve çömlek parçalarını ve üstünde olan şeyleri yansıma ile gösterir. Suyun cevherine ilaçsız ve tâlimsiz bu hal konulmuştur. Velâkin su, toprakla ve diğer renkler ile karışınca, o özellik ve o biliş ondan ayrılır ve onu unutur.

Hak Teâlâ nebîleri ve evliyâyı büyük ve berrâk sular gibi irsâl etti ve geçerli kıldı. Küçük ve boyalı, bulanık sular, onların derinliklerine akıp dâhil olunca, kendi bulanıklıklarından ve ârızalı olan renklerinden kurtulurlar. Bundan dolayı kendisini sâflaşmış görünce “Ben daha öncede böyle sâf idim” diye evvelki halini hatırlar ve o bulanıklıkların ve renklerin ârızalı olduğunu yakînen bilir. Ve bu ârızalardan önceki halini hatırlayıp: (Bakara, 2/25) “hâzellezî ruzıknâ min kablu” Yânî “Bu evvelce rızıklanmış olduğumuz şeydir” âyet-i kerîmesini okur. Şimdi nebîler ve evliyâ, ona evvelki hâli hatırlatıcı olurlar; yoksa onun cevherine yeni bir şey koymazlar.

Şimdi o bulanık sulardan bâzıları, o sâfî olan büyük suyu tanıdı. “Ben ondanım, o da bendendir” deyip karıştı; ve bâzıları, o büyük ve sâfî suyu tanımadı ve onu kendinin ve cinsinin gayri görüp, deryâya karışmamak ve bu karışmadan uzaklaşmak için renklere ve bulanıklıklara ilticâ etti. Nitekim Fahr-i âlem Efendimiz buyururlar: “Aralarında tanışıklık olan rûhlar birbirleriyle uyuşurlar ve yabancı olanlar da bir diğerine muhalif olurlar.” Ve Hak Teâlâ Hazretleri’nin “Lekad câeküm resûlun min enfüsiküm” (Tevbe, 9/128) Yânî “Andolsun, size içinizden öyle bir Resûl gelmiştir ki…” buyurması da bu makâmdandır. Yânî büyük su, küçük suyun cinsinden ve onun nefsinden ve cevherindendir; ve onu kendi nefsinden görmeyendeki o yabancılık suyun kendinden olmayıp, kötüye yakın olmasından ve o yakın oluşun kötülüğünün suya yansımasındandır. O küçük su, kendisinin o büyük sudan ve denizden, kaçışın nefsinden olduğunu ve bu yakın oluşun kötülüğünün yansımasından bulunduğunu karışmanın şiddeti sebebiyle bilmez. Nitekim toprak yemeyi alışkanlık edinen kimse, toprağa olan meylinin kendi tabîatindan ve tabîatında karışmış olan bir illetten olduğunu bilmez.

Bilesiniz ki, şâhit gösterdikleri herbir âyet ve hadîs, muhtelif olaylara vâkıf iki şâhit gibidirler. Herbir makâmdaki şâhitlikleri, o makâma uygun olur. Örneğin bir hânenin vakıf oluşuna iki şâhit vardır. Yine bu iki şâhit bir dükkânın satılmasına şâhitlik edebilirler; ve aynı şekilde yine bunlar bir nikâha şâhitlik ederler. Sonuç olarak hâzır oldukları her bir olaya ona uygun olarak şâhitlik ederler. Şâhitlerin sûreti birdir; fakat şâhitlik ettikleri şeylerin ma’nâları başkadır.

“Allah bizi ve sizi faydalandırsin. Renk kan rengidir; ve koku misk kokusudur.”