Emîr Pervâne dedi ki: “Mevlânâ Bahâeddin hazretleri Emîr benim ziyâretime gelmesin ve zahmet etmesin; çünkü bizim bir takım hallerimiz vardır. Hâl olur ki, söyleşiriz ve bir hâl gelir ki, söylemeyiz. Bir halde halktan alâkamız olmaz; bir halde yalnızlık ve halvet isteği meydana gelir. Bir halde hayret ve yoğun konsantrasyon olur. Belki Emîr’in gönlünü alamayacağımız bir hâl içinde bulunuruz ve kendisinin vâaz ve söyleşisiyle meşgûl olmamıza müsâit bir boş zamanımız bulunmaz. Bundan dolayı boş zamanlarımızda, dostlarla meşgûl olmak ve onlara fayda ulaştırmak daha âlâdır. Biz gidip dostları ziyâret edelim” diye bu hizmetkâra özür buyurdular. Mevlânâ hazretlerine cevap verdim ki: “Ben Mevlânâ benimle meşgul olsun ve söyleşsin diye gelmiyorum; belki müşerref olayım ve hizmetkârların zümresine katılayım, diye geliyorum. Şu anda gerçekleşen şeylerden birisi budur ki; Mevlânâ meşgûl idi, görünmedi, beni geç vakte kadar beklemede bıraktı. Bu da eğer müslümanlar ve sâlih kimseler benim kapıma geldikleri zaman, onları bekletir ve huzûruma çabuk kabûl etmezsem, bu halin böyle güç ve zor ve acı olduğunu bilmem içindir. Başkalarına böyle yapmamam için Mevlânâ onun acılığını bana tattırdı ve beni terbiye etti.”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdu: Hayır, belki seni beklemede bırakması lütfun da kendisi idi. Rivâyet olundu ki, Hak Teâlâ Hazretleri: “Ey kulum, duâ ve yakarma halinde senin ihtiyacını sür’atle yerine getirirdim. Fakat senin sesin ve yakarman bana hoş gelir. Onun için icâbet ertelenir. Tâ ki bana hoş gelen sesini ve yakarmanı tekrarlayasın ve arttırasın. Örneğin, iki dilenci bir şahsın kapısına geldi. Birisi istenen ve sevilendir. Diğeri ise çok sevilmeyendir. Hane sâhibi kölesine der ki: “O sevilmeyen dilencinin hemen gitmesi için, çabuk ve ertelemeden biraz ekmek ver!” Oysa o sevilen diğer dilenciye: “Henüz ekmek pişmemiştir, sabret, ekmek pişsin” diyerek savsaklar.
Gönlüm dostları pek çok görmek ve benim onlara, onların bana doya doya bakmamızı ister. Bu âlemde birçok dostlar vardır ki, birbirinin cevherini iyice görmüş olurlar. Âşinâlık kuvvet bulmuş olduğundan o âleme gittikleri zaman, biz dünyâ yurdunda beraber idik, diye bir diğerini çabuk tanırlar ve bilirler ve birbirleriyle hoş birliktelik ederler. Çünkü insân arkadaşını pek çabuk kaybeder. Görmez misin ki, âlemde bir kimse ile dost olmuş ve onu can dostu edinmiş olursun ve bakışında bir Yusuftur. Bir kötü fiil ile gözünden düşer ve onu terk edersin. Yusufluk vasfı kurtluğa dönüşür. Onu evvelce Yusuf görürdün, şimdi ise kurt sûretinde görürsün. Gerçi onun sûreti değişmemiştir; hemen önceki gördüğündür. Bu ârızalı bir hareket ile onu terk ettin. Yarın başka bir toplanma meydana gelir; ve bu zât başka bir zâta dönüşür. Eğer onu iyi tanımamış isen ve bakışın zâtına iyice nüfûz etmemiş ise, onu nasıl tanıyabileceksin? Sonuç olarak bir diğerini iyiden iyiye görmek lâzımdır. Ve her bir adamda iyi ve kötü sıfatlar emânet gibidir; ondan geçmek ve onun zâtının kendisine nüfûz etmek ve iyice görmek îcâb eder. Çünkü insânların bir diğerine verdikleri bu vasıflar, onların asli vasıfları değildir.
Anlatılır ki, şahsın biri “Ben falan adamı iyi tanırım ve onun hakkında ipucu veririm” demiş. “Söyle bakalım” demişler. “Benim kâfilemde idi ve iki de siyah öküzü var idi” demiş. Şimdi bu misâle uygun olarak halk, “Biz falan dostu gördük ve tanıdık” derler. Onların verdikleri ipucu, hakîkatte iki siyah öküzden ipucu vermek hikâyesine benzer. O ipucu, onun ipucu değildir; ve ipucu hiçbir işe yaramaz. Şimdi… insânın güzellik ve çirkinliğinden geçmek ve onda ne zât ve ne cevher vardır diye zâtına nüfûz etmek lâzımdır. Görmek onu bilmek değildir. Birtakım kimselerin, “Niteliksiz ve keyfiyyetsiz olan ve mahal ve mekânı ve sûreti bulunmayan eşsiz âlem ile âşık evliyâlar nasıl aşk-bazlık ederler ve ondan nasıl yardım ve kuvvet alırlar ve etkilenirler?” demelerine şaşarım. Sonuçta, gece ve gündüz, kendileri de bu hâl içindedir. Bunu söyleyen kimse bir şahsa muhabbet eder ve ondan yardım alır. Sonuçta bu yardımı onun lütuf ve ihsanından ve ilim ve zikrinden ve onun sevincinden ve gamından alır. Oysa bunların hepsi âlemde mekânsızdır; ve o şahıs an-be-an bu ma’nâlardan yardım alır ve etkilenir de kendisine acâip gelmez. Böyle iken “Mekânsız âleme nasıl âşık oluyorlar ve ondan nasıl yardım umuyorlar ve onunla nasıl aşk-bazlık ediyorlar?” diye şaşırırlar.
Hakîmin birisi bu ma’nâları inkâr eder idi. Bir gün hastalanıp kendinden geçti ve hastalığı uzadı. Bir ilâhî hakîm onun ziyâretine gidip, aralarında şu karşılıklı konuşma gerçekleşti:
İlâhî Hakîm: Şimdi sen ne istiyorsun?
Hakîm: Sıhhat.
İlâhî Hakîm: Sıhhatin sûretini ne nasıl olduğunu söyle ki, onu oluşturayım.
Hakîm: Sıhhatin sûreti yoktur, târif edilemez.
İlâhî Hakîm: Şimdi… mâdemki sıhhat târif edilemez, onu nasıl istiyorsun? Sonuçta, sıhhatin ne olduğunu söylemelisin.
Hakîm: Bunu bilirim ki, sıhhat gelince bende kuvvet oluşur ve semiririm; ve rengim beyaz ve kırmızı ve canlı olur ve ferahlık bulurum.
İlâhî Hakîm: Ben senden sıhhatin nakşını sormuyorum; sıhhat ne şeydir? onu soruyorum.
Hakim: Bilmiyorum, o târif edilmez.
İlâhî Hakim: Eğer müslüman olup önceki mezhebine döner isen, sana ilâç yapıp vücûdunu sağlam kılayım ve sana sıhhat bahşedeyim.
Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’den sordular ki: Gerçekte bu ma’nâlar sûretsizdir. Ancak insânın sûreti vâsıtasıyla o ma’nâlardan faydalanmak mümkün müdür?
Cevâben buyurdular ki: “İşte yerin ve göğün sûreti! O sûret vâsıtasıyla o külli ma’nâdan faydalanılır.”
Dünyâ göğünün tasarrufunu ve bulutların yaz ve kış yağmur yağdırmalarını ve rüzgârların değişimlerini gördüğün zaman hepsinin doğruluk ve hikmet üzere olduğunu görürsün. Sonuçta bu elementlerden ibâret olan bulut yağmur vaktinde yağmur yağdırmayı ne bilir! Ve yeryüzünü görürsün ki, bitkileri nasıl alıp, bire on verir! Sonuçta bunu birisi yapıyor. Onu gör ve bu âlem vâsıtasıyla ondan yardım iste! İnsanın madde bedeni vâsıtasıyla , onun ma’nâsından yardım istediğin gibi, bu âlemin sûreti vâsıtasıyla da âlemin ma’nâsından yardım iste!
Peygamberimiz (a.s.v) Efendimiz mest oldukları zaman, kendilerinden geçmiş bir halde söz söyleseler idi; “Allah Teâlâ buyurdu” derler ve sonuçta sûret olarak onun dili söylerdi. Ancak arada kendileri olmayıp, hakîkatte söyleyen Hak idi. Çünkü daha önce kendisinin böyle sözlerden câhil, bilmez ve habersiz olduğunu ve şimdi ise, kendisinden böyle sözler çıktığını görüp, kendilerinin önceki kimse olmadığını ve bu tasarrufun Hakk’ın olduğunu bilir. Nitekim Mustafâ (a.s), kendi doğumundan bu kadar bin sene önce kavimlerden ve nebîlerden kimlerin geçtiğini ve âlem zamanının sonrasında neler olacağını ve arş ve kürsî ve boşluk ve doluluğu haber verdi. Oysa onun vücûdu sonradan olma idi. O haberleri asla onun sonradan olan vücûdu söylemezdi. Sonradan olan, kadîm olandan nasıl haber verir?
Şimdi anlaşıldı ki, o söylemiyor, Hak söylüyor. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve mâ yentıku anil hevâ. İn huve illâ vahyun yûhâ” (Necm, 53/3-4) Yânî “O kendi hevâsından söylemez. O kendisine Allah tarafından ilkâ edilegelen bir vahiyden başka bir şey değildir” Hak Teâlâ harf ve sesten münezzehdir. Onun sözü harf ve ses dışıdır. Ancak sözünü herhangi bir harf ve sesten ve her hangi dilden isterse geçerli kılar.
Yollarda kevansaraylar yapmışlar ve havuzun başına taştan bir kuş veyâ bir insan heykeli dikmişlerdir. Onların ağızlarından su gelir havuza akar. Âkılların hepsi bilir ki, o su, o heykelin ağzından gelmez; başka bir yerden gelir. Bir adamı tanımak istersen onu söylet; sözünden bilirsin. Ve eğer yankesici olursa ve bir kimse de ona, adamı sözünden tanırlar demiş olsa, o yankesici sözünde ihtiyâtlı davranır ve zâbıta memuru onu anlamaz.
Bu o hikâyeye benzer ki; sahrâda bir çocuk annesine dedi ki: Karanlık gecede bana dev gibi korkunç bir zenci görünüyor ve ben çok korkuyorum.”
Annesi cevâp verdi ki: “Korkma, o sûreti gördüğün zaman, ona cesûrca hücûm et! Hayâl midir, yoksa hakîkat midir belli olur.”
Çocuk dedi: “Ey anne, ya o zenciye de annesi böyle vasiyet etmiş ise, ben ne yaparım?”
Şimdi ona, “Söz söyleme, hâlin belli olmasın diye vasiyyet etmiş olurlarsa, ben onu nasıl tanıyayım?” Bu halde onun huzûrunda sessiz kal ve kendini ona ver ve sabret! Belki onun ağzından bir kelime fırlar veyâhut hâtırında bir söz veyâ endîşe baş vurur. O endîşeden ve o sözden onun hâlini bilirsin. Çünkü ondan etkilendin; ve o, onun yansıması ve halleridir ki, senin derinliklerinde açığa çıktı.”
Şeyh Muhammed Sererzî mürîdlerin arasında oturmuş ve mürîdin birisinin canı da baş kebâbı çekmişti. Şeyh: “Falanca için baş kebabı getiriniz!” diye emretti. “Onun baş kebabına ihtiyâcı olduğunu ne ile bildin?” dediler. Cevap verdi ki otuz senedir bende ihtiyâç kalmamıştır ve kendimi bütün ihtiyâçlardan pâk etmişimdir ve münezzehim. Ayna gibi sâf ve nakışsız olmuşum. Ne zaman ki aklıma, baş kebabı geldi, bende iştah ve ihtiyâç oluştu. Onun falanın isteği olduğunu bildim. Çünkü ayna nakışsızdır. Eğer aynada nakış görünürse, o başkasının nakşıdır.”
Azizin biri maksâdını taleb etmek için halvette oturmuş idi.
Ona “Böyle bir yüksek maksâd halvette oluşmaz. Halvetten dışarıya çık! Sana bir azizin bakışı gerçekleştiği zaman, o maksâdın oluşur” diye ses geldi.
“O azizi nereden bulayım?” dedi.
“Câmi’de birçok halkın arasında bulursun” dediler.
“Hangisi olduğunu nasıl bileyim?” dedi.
“Git, o seni tanır ve sana bakar; ve alâmeti odur ki, bakışı senin üzerine gerçekleşince elinden ibrik düşer ve kendinden geçersin; onun bakışının senin üzerine gerçekleştiğini bundan bilirsin” dediler.
Öyle yaptı. Su dolu ibriği eline alıp, mescidin cemâatine su dağıtır ve safların arasını dolaşırdı. Ansızın onda bu hâl meydana geldi ve nâra atıp, ibrik elinden düştü ve kendinden geçmiş olarak bir köşede kaldı. Halkın hepsi gittiler. Ne zaman ki kendine geldi, kendini yalnız gördü. Ona bakan o şahsı orada görmedi. Ancak maksâdına ulaştı.
Hakk’ın öyle âdemleri vardır ki, azametin çokluğundan ve Hakk’ı kıskandıklarından yüzlerini göstermezler; fakat halkı büyük maksâdlarına ulaştırır ve lütûflarını bol bol saçarlar; ve herkesin işlerini Hakk’ın bildiği kubbelerin üstünden aşırırlar. Ne kerîm ve ne lütûfkârdırlar! Böyle pâdişâhlar nâdir ve nâzenîndirler.
Bizler dedik: “Bütün azizler sizin huzûrunuza geliyorlar. Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:
Bizde huzûr kalmamıştır. Eğer gelirler ise inanmış oldukları sûrete gelirler. Îsâ (a.s)’a “Senin evine gelelim mi?” dediler. “Bizim için hâne nerede olur ve ne zaman olur?” diye cevâp verdi.
Anlatılır ki: Îsâ (a.s) bir sahrâda gezer idi. Şiddetli yağmur yağdı. Yağmurun dinmesini bekleyerek bir süre için çakal denilen hayvanın yuvası olan bir mağaranın köşesine sığındı. “Çakalın yuvasından çık ki, senin yüzünden yavruları râhat edemiyorlar” diye vahiy geldi. Cenâb-ı Îsâ (a.s) seslendi ki: “Çakalın yavrularına sığınılacak bir yer vardır; Meryem’in oğluna ise, ne sığınılacak bir yer, bir mekân ve ne hâne, ne de makâm vardır” dedi.
Evet çakal yavrusuna yuva vardır, ammâ onu böyle bir mâşuk yuvadan kovmuyor, seni böyle bir kovan vardır. Eğer senin evin olmazsa, daha iyidir. Çünkü böyle bir kovanın lütfu sana özel oldu. Oysa sana özel olan kovma makâmının lütfu, yüzbinlerce gökyüzü ve yeryüzüne ve dünyâ ve âhirete ve arş ve kürsîye değer ve daha fazladır ve onu da geçmiştir.
Emîr Pervâne geldiği halde bizim ona görünmememizden dolayı, hâtırı kırılmamalıdır. Çünkü onun bu ziyâretten maksâdı, ya bizim nefsimizi aziz kılmak veya kendisini aziz kılmak idi. Eğer bizi aziz kılmak içindiyse, çok oturup, bizi beklemesinden dolayı bizim azizliğimiz daha fazla oluştu. Eğer gâyesi kendisinin azizliği ve sevâb talebi idiyse, çok beklediği ve bekleme zahmeti çektiği için, ona da sevâbı fazla oldu. Şimdi her iki şekilde de ne maksâd ile gelmiş ise, o maksâd bir o kadar çoğalmış ve fazla oldu. Bundan dolayı memnûn ve sevinçli olmalıdır.