Onikinci Fasıl mâdemki gündüzü bekleyicidir, gündüze yakın olur

“Kalbler şâhitlik eder.” Derler. Bu söz, hakîkatı kendilerine açılmış bir söz ve nakil değildir. Kalb şâhitlik edince söze ve dilin şâhitliğine ne gerek vardı?

Emîr-i Nâib (yânî Emîr Muîneddin Pervâne) dedi ki: Evet kalb, şâhitlik eder; fakat kalbin ayrıca biz hazzı vardır. Ve kulak ile gözün de ayrı ayrı birer hazları vardır. Daha fazla fayda oluşması için her birisine ihtiyâç vardır.

Hz.Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular: Eğer gönül gark olursa, hepsi onun istîlâsında mahvolurlar; lisâna ihtiyâç kalmaz. Sonuçta Leylâ’nın güzelliği ki, Rahmâni güzellik değildi; cismânî ve nefsânî idi ve güzelliği sözden idi. O güzelliğe olan aşkın yoğunluğu, Mecnûn’u öyle istîlâ ve gark etti ki, zâhir gözü ile Leylâ’yı görmeye ve sözünü kulak ile işitmeye ihtiyâcı yok idi. Çünkü Mecnûn Leylâ’yı kendisinden ayrı görmedi ve şöyle dedi:

Nazımdan tercüme: “Gözümde hayâlin, dilimde adın, Gönül gark-ı zikrin; bu mektûb kime?”

Şimdi bir cismâninin aşkında, Mecnûn’u bu hâle koyacak kadar kuvvet vardır; o Mecnûn kendisini ondan ayrı görmez ve onun bütün hisleri onda gark olurlar. Göz, kulak ve burun ve diğerleri gibi uzuvların her birisi bir haz taleb etmez. Hepsini bir görür ve hâzır sayar. Eğer dediğimiz bu uzuvlardan bir uzuv, tamâmen bir haz bulursa, hepsi o zevkte gark olurlar ve başka bir haz taleb etmezler. Bir duyunun ayrıca başka bir haz taleb etmesi, ona işâret eder ki, bu bir uzuv, hakkı olan bir hazzı tamâmen almamış ve noksan bir haz bulmuştur. Tâbî ki o haz içinde gark olmamıştır. Onun diğer duyusu, haz ister ve her bir duyu için ayrı bir haz arzû eder. Ve duyular ma’nâ yönünden birdirler; ve sûret yönünden çeşitlidir. Bir uzuv gark olduğu zaman hepsi onda gark olurlar. Nitekim sinek uçarken, kanadı ve başı ve bütün parçası hareket eder. Ne zaman ki bala gark olur, bütün parçası bir olur, hiç hareket kalmaz. Suya gark gark olan kimseden meydana gelen her bir fiil, onun fiili değildir, suyun fiilidir. Eğer su içinde henüz el ayak hareket ederse, ona gark olmuş demezler. Oysa o “Eyvâh boğuldum” diye bağırır; buna da gark olma demezler. Sonuçta bu “Ene’l-Hak” yânî “Ben Hakk’ım” demeyi herkes büyük bir dâvâdır zanneder. “Ene’l-abd” yânî “Ben kulum” dâvâsı büyüktür. “Ene’l-Hak” dâvâsı çok büyük tevâzudur. Çünkü “Ben Hudâ kuluyum” diyen kimse iki varlık isbat eder. Birisi kendisi için ve diğeri de Hudâ içindir. Fakat “Ene’l-Hak” diyen kimse, kendisini yok edip ve hevâsını giderip “Ene’l-Hak” der; yânî “Ben yokum, hep O’dur; Hudâ’dan başka mevcût yoktur; ben bütünüyle sırf yokum ve hiçim” der. Bu makâmda tevâzû fazladır. Şu kadar ki, halk anlamıyor. Hak için Allah rızâsı için mertlik eden bu kimsenin sonuçta arada kulluğu vardır. Bu mertliği her ne kadar Hak için ise de, kendisini görür ve fiilini görür. O suya gark olmadı. O kimse suya gark olmuştur ki, onda hiçbir hareket ve fiil kalmaya. Onun hareketleri, ancak suyun hareketi ola.

Arslanın biri, bir ceylânı kovaladı; ceylân ondan kaçtı. Kaçtığı kadar, iki vücût var idi, birisi arslanın vücûdu, diğeri ceylânın vücûdu idi.. Fakat arslan ceylâna yetişip, ceylân onun kahır pençesinin altına gittiği ve arslanın heybetinden kendinden geçmiş olarak onun önünde düştüğü zaman, yalnız arslanın vücûdu kaldı. Ceylânın vücûdu mahvoldu ve kalmadı. İşte gark olma budur.

Hak Teâlâ evliyâyı, halkın arslandan ve kaplandan ve zâlimden korkularının dışında bir korku ile korkmuş kılar; ve korku ve emniyetin ve yaşam se-vincinin ve yeme ve uykunun Hak’tan olduğunu onlara açar. Hak Teâlâ onlara, gözleri açık iken uyanıklıkta, arslan ve kaplan veyâ ateş sûretini mahsûs ve hissedilir olarak gösterir. Şu yön ile ki, hakîkatte arslan ve kaplanın sûreti bu âlemden olmayıp, tasavvur edilmiş olan bir gayb sûreti olduğu ona bilinen olur. Ve böyle çok büyük bir cemâl ile kendi sûretini gösterir; ve aynı şekilde bostanlar ve nûrlar ve nehirler ve güneş ve köşkler ve yemekler ve içecekler ve binekler ve şehirler ve menziller ve türlü türlü şaşılacak ve hayret verici şeyler gösterir. Ve o, hakîkatte onların bu âlemden olmadığını bilir. Hak Teâlâ o şeyleri onun bakışına gösterir ve tasavvur edilebilir kılar. Şimdi ona korku ve ümîdin ve bütün râhatların ve müşâhedelerin Hak’tan olduğuna yakîn oluşur.

Şimdi, onun bu korkusu halkın korkusuna benzemez. Çünkü bu korku, müşâhededir; delîl ile değildir. Çünkü Hak Teâlâ hepsinin kendisinden olduğunu apaçık göstermiştir. Felsefeci bunu bilir, ammâ delîl ile bilir. Delîl ise itibarlı olmaz ve delîlden oluşan zevkin devamlılığı yoktur. Ona delîlden bahsettikçe, hoş ve gayretli olur ve tâzelenir. Delîl bahsi kapanınca, ondaki zevk ve harâret kalmaz. Nitekim bir kimse delîl ile bildi ki, bu evin mîmârı vardır; ve delîl ile bilir ki, bu mîmârın gözü vardır, kör değildir; kudreti vardır, aczi yoktur; mevcût idi, yok değildi; diri idi, ölü değildi; hânenin binâsından önce var idi. Bunların hepsini bilir, ammâ delîl ile bilir. Delîl ise itibarlı olmaz, çabuk unutulur. Fakat ârifler hizmetler ettikleri yönüyle mîmârı tanıdılar ve ayne’l-yakîn gördüler; berâberce tuz ve ekmek yediler ve karışıp görüştüler; ve mîmâr onların bakışlarından ve tasavvurlarından asla kaybolmadı. Bundan dolayı böyle bir kimse Hak’ta fâni olur ve O’nun mağlûb ve helâk edilmişi oldukça, onun hakkında günâh, günâh ve cürüm de cürüm olmaz.

Pâdişâhın biri, her birerlerinin ellerine birer kadeh almalarını hizmetkârla-rına emretti. Ne zaman ki pâdişâh gözüktü, onun hâs hizmetkârı, pâdişâhın görünmesiyle, kendinden geçip mest oldu ve kadeh elinden düşüp kırıldı. Diğerleri onun bu hâlini görüp, gâlibâ böyle yapmak lâzım geliyor, diyerek ellerindeki kadehleri, kasden attılar. Pâdişâh: “Niçin böyle yaptınız?” diye onları azarladı. Onlar dediler ki: “O yakın olanlardan idi, böyle yaptı; biz de öyle yapalım deyip bu hâli doğru gördük”. Pâdişâh dedi: “Ey ahmaklar onu o yapmadı, ben yaptım.”

Görünüş yönünden o sûretlerin hepsi kabâhat idi, ammâ o bir kabâhat, itaatin aynı idi, belki bütün itaatlerin üstünde idi. Onların hepsinden maksâd, o hizmetkâr idi. Diğer hizmetkârlar, onun tâbîi ve taklitçisidirler. Çünkü o hizmetkâr, bu söylediğimiz ma’nâya göre, hakîkatte pâdişahdır. Bütün hiz-metkârlar pâdişâhın tâbîidirler. Bundan dolayı onun tâbîleri olurlar. Çünkü o pâdişâhın aynıdır, ve kölelik onun sûretinden başka bir şey değildir. Pâdişâhın cemâlinden dopdoludur. Hak Teâlâ “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri halketmezdim” buyurur. Bu da “Ene’l-Hak” demektir. Mânâsı budur ki: Felekleri kendim için halkettim. Bu diğer lisân ile başka bir işâret ile “Ene’l-Hak” demektir.

Büyüklerin sözleri, her ne kadar, yüz çeşitli sûretlerde görünüyorsa da, yine hepsi birdir. Hak bir ve yol bir olunca, söz nasıl iki olur?.. Sûrette çeşitli görünür, ma’nâda birdir. Farklılık sûrettedir; ve ma’nâda hepsi birdir. Nitekim bir emîr “Çadır dikiniz!” diye emreder. Birisi ip büker ve birisi kazık yontar; ve birisi kumaşını dokur ve birisi diker; ve birisi iğne döker ve birisi biçer. Sûretler her ne kadar görünüşte çeşitli ve farklı ise de, mânen birdir ve bir iş görülür. Âlem halleri de böyledir. Eğer dikkatli bakar isen, günahkâr ile sâlih ve asî ile itaatkâr ve şeytan ve melek hepsi Hakk’a kulluk ederler.

Mesela pâdişâh ister ki, kölelerini birtakım sebeplerle imtihan etsin, tâ ki sebâtı olan kimdir ve sebatsız olan kimdir? meydana çıksın; ve iyi ahd, kötü ahdden ayrılsın; ve vefâlısı vefâsızdan ayrılsın. Sebâtlarının belli olması için, onlara bir vesvese veren ve heyecan veren lâzımdır. Ve eğer olmazsa, onların sebâtı nasıl belli olur? Şimdi, o vesvese veren ve heyecan veren pâdişâha kulluk eder; çünkü pâdişâhın murâdı, onun böyle yapmasıdır. Ve sâbiti sâbit ol-mayandan ayırmak ve sivrisineklerin gidip, onların dışındakiler kalsın diye, sivrisinekleri ağaçlardan ve bağlardan kovmak için onu gönderdi.

Pâdişâhın biri, bir câriyeye “Süslen ve emânet ve hıyânetlerinin belli olması için kendini hizmetkârlarıma arz et!” diye emretti. Câriyenin bu fiili, her ne kadar görünüşte itaatsizlik görünür ise de, hakîkatte pâdişâha kulluk eder. Bu hizmetkârlar, delîl ve taklîd ile değil, belki perdesiz ve örtüsüz tahkîk ile, bu âlemde kendisini gördüler. ”Ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” (İsrâ, 17/44) Yânî “Hiçbir şey hariç değil hepsi O’na hamd ile tesbîh eder” âyet-i kerîmesi icâbınca, iyi ve kötü hepsinin Hakk’a kulluk ve itaat ettiklerini müşâhede ettiler. Bundan dolayı hakîkatte bu âlem onlar için kıyâmet olur. Çünkü kıyâmet, hepsinin Hakk’a kulluk etmelerinden ve O’nun kulluğundan başka bir iş yapmamalarından ibârettir. Ve onlar, İmâm-ı Âlî (kerremallâhu vechehû) ve (r.a) efendimiz hazretlerinin “Eğer perde açılsa benim yakînim artmaz” mübârek sözünde işâret buyrulduğu üzere, bu ma’nâyı burada görürler.

Sözlük îtibâriyle âlim âriften daha yüksektir; çünkü Hudâ’ya “âlim” derler, ammâ “ârif” demek câiz değildir; ve ârifin ma’nâsı odur ki, daha önce bilmez idi, fakat daha sonra bildi. Bu ise Hudâ hakkında yakışık alır değildir. Fakat örf îtibâriyle ârif daha faziletlidir. Çünkü ârif bir şeyi delilden hariç olarak bilenden ibârettir. Âlemi müşâhede ve tahkîk ile görmüştür. İşte örfen “ârif” buna derler.

Bir âlim yüz zâhidden iyidir, demişlerdir. Çünkü zâhid zühdünü ilim ile uygular. İlimsiz zühd mümkün değildir. Sonuçta, zühd nedir? Dünyâdan uzaklaşmak ve yüzünü ibâdete çevirmek ve âhiret âlemine yönelmektir. Bu halde dünyâyı ve onun sebatsızlığını ve çirkinliğini ve âhiretin letâfet ve sebâtını ve devamlılığını bilmek lâzım gelir; ve nasıl ibâdet edeyim ve ne ibâdet kılayım? diye ibâdette şeriat hükümlerine vâkıf olmak îcâb eder. Bunların hepsi ilimdir. Oysa onun maksâdı ilim değildir; bundan dolayı ilim olmaksızın zühd mümkün değildir. Şu halde zâhid, hem âlimdir ve hem de zâhiddir. Yüzbin zâhidden iyi olan bu âlim, acaba nasıl olur? Onun ma’nâsını anlamamışlardır. O başka ilimdir ki, Hak Teâlâ Hazretleri, daha önce o kimsenin kendisinde olan bu ilim ve zühdünden sonra ona o ilmi ihsân eder. Bu ikinci ilim, o ilim ve zühdün semeresi olur. Elbette böyle âlim, yüzbin zâhidden iyi olur. Bunun örneği odur ki: Bir kimse ağaç diker ve bu ağaç meyve verir. Meyve veren bu ağaç elbette henüz meyve vermeyen yüz ağaçtan iyidir. Çünkü o ağaçların meyve vermemeleri ihtimâli vardır; ve çünkü yolda birçok âfetler vardır; ve Kâbe’ye ulaşan bir hacı, henüz çölde ve yolda giden yüz hacıdan iyidir. Onlarda ulaşıp ulaşamama endişesi vardır. Ammâ bu, hakîkate ulaşmıştır. Bir hakîkat yüzbin şüpheden iyidir.

Emîr-i Nâib (yânî Emîr Muîneddin Pervâne) Cenâb-ı Pîr’e hitâben dedi: “O ulaşmayan kimsede ulaşma ümîdi vardır.” Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

Ulaşmış olan kimse ile, ümîd eden kimse arasında, korkudan tâ eminliğe kadar birçok farklar vardır. Îzâha ne gerek var! Bunun farkı herkese açıktır. Söz eminliktedir. Oysa eminlikten eminliğe çok büyük farklar vardır. Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’in diğer nebîler üzerine üstünlüğü, sonuçta eminlik yönün-dendir. Yoksa nebîlerin hepsi eminlik içindedirler ve korkudan geçmişlerdir. Ancak “ve refa’nâ ba’dahum fevka ba’dın derecâtin” (Zuhrûf, 43/32) Yânî “Kimini derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık” âyet-i kerîmesi icâbın-ca, eminlik içinde makâmlar vardır. Korku âleminde korku makâmları için nişan vermek mümkündür; fakat eminlik makâmları nişansızdır. Korku âlemine bakıldığında, herkesin Hak yolunda harcadıkları görülür. Biri vücûdunu, biri malını, birisi canını saçar. Kimi oruç tutar, kimi zekât verir, kimi on rek’at, kimi yüz rek’at namaz kılar. Bundan dolayı onların menzilleri tasavvur edilir ve bellidir; onlardan nişan vermek mümkündür. Nitekim Konya’dan Kayseri’ye kadar olan menziller bellidir; ammâ Antalya’dan Mısır’a kadar olan denizdeki menziller nişansızdır; onu gemiciler bilir ve kara ahâlîsine söylemezler; çünkü anlayamazlar.

Emîr-i Nâib dedi: “Söylemek dahî faydalıdır. Eğer hepsini bilmezler ise de, biraz bilirler ve izlerler ve zann ve tahmîn ederler.” Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular:

Eyvallah! Gündüz tarafına gidiyorum gayreti ile bir kimse karanlık gecede, uyanık olarak oturur. Her ne kadar gitmenin esâslarını bilmez ise de, mâdemki gündüzü bekleyicidir, gündüze yakın olur. Bir kimse bulutlu ve karanlık gecede, kervan arkasından gider; nereye gittiğini ve nereden geçtiğini ve ne kadar mesafe aldığını bilmez. Fakat gündüz olduğu zaman, o gitmenin faydasını görür ve bir mahalle ulaşır. Her kim Allah rızâsı için, iki gözünü kaparsa; “Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh” (Zelzele, 99/7) Yânî “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görür” âyet-i kerîmesi icâbınca, o zayî olmaz. Ancak onun bâtını bilinmez ve örtülü oldukça, ne kadar ileriye gittiğini göremez. “Dünyâ âhiretin tarlasıdır” hükmünce, burada ne ekmiş ise, orada onu biçtigini görür.

Îsâ (a.s.) çok güler ve Yahyâ (a.s.) çok ağlar idi. Cenâb-ı Yahyâ Hz. Îsâ’ya dedi ki: “Sen galiba Hak Teâlâ’nin incecik mekrlerinden gereği gibi emin olmuşsun ki gülüyorsun.” Hz. Îsa cevâben dedi ki: “Sen de Hakk’ın latîf, garîb ve gizli olan yardımlarından ve lütûflarından pek fazla ümîtsiz olmuşsun ki, böyle ağlıyorsun.”

Bu mâcerâda evliyâdan bâzı kimseler hâzır idi. Bu iki zâttan hangisi ve kimin makâmnın daha yüksek olduğunu Hak Teâlâ’dan sordular. “Bana zannı en güzel olanın makâmı daha yüksektir; ve ben kulumun zannı indindeyim, ben kulumun zannı olan mahaldeyim”. Her kulumda bir sûret ve hayâl vardır. Benim hakkımda, o her ne hayâl ederse, ben orada olurum cevâbı erişti. Ben, Hakk’ın bulunduğu hayâlin kölesiyim ve Hakk’ın bulunmadığı hakîkatten bîzârım. “Ey benim kullarım! Cây-gâhım yânî mahallim ve makâmım olan hayâlleri pâk ve temiz kılınız!”

Şimdi sen kendini yokla, tecrübe et ki, ağlamadan, gülmeden, oruçtan, namazdan, halvetten ve cem’iyyetten ve bunların dışındakilerden senin hak-kında en çok faydalı olan hangisidir ve hallerin hangisi ile istikâmet yoluna gidersin ve yükselmen fazla olur, o hizmeti tercih et!

“Âlemin müftîleri sana fetvâ verirlerse, o fetvâyı kalbinden al!” Senin bâtınında mânevi bir müftî vardır. Müftîlerin fetvâsını ona arz et, ona uygun gelen şeyi al! Nitekim doktor bir hastanın yanına gelir; ve senin içindeki doktordan sorar. Çünkü derinlerde bir doktor vardır; o da senin mizâcındır ki, red veyâ kabûl eder. Bunun için dışarıdaki doktor o içerideki doktordan “Yediğin falan şey nasıl idi, ağır mı, yoksa hafif mi idi; cevâbın nasıldır? diye sorar. Derindeki doktorun haber verdiği şey üzerine dışarıdaki doktor hükmeder. Bundan dolayı aslolan o içerideki doktordur; o da hastanın mizâcıdır. Ne zaman ki bu doktor zayıf ve mizac bozuk olur, zayıflık sebebiyle birtakım şeyleri tersine götürür ve eğri haber verir; şekere acı ve sirkeye tatlı der; bu halde mizâcının önceki düzeyine gelmesi için, ona yardım etmesi için dışarıdaki doktora muhtâc olur; ondan sonra yine kendi doktoruna gösterip, ondan fetvâ alır. Bunun gibi ma’nâ yönünden de, insanda bir mizâc vardır. O zayıf olduğu zaman, onun bâtıni duyuları her ne görür ve her ne söylerse, terslik üzerine olur. Şimdi nebîler ve evliyâ doktordurlar ve mizâcı istîkâmet üzere olmak ve “Eşyâyı bize olduğu gibi göster!” hadîs-i şerîfinde işâret buyrulduğu üzere, dili ve dîni kuvvet bulması için, ona yardım ederler.

İnsan büyük şeydir; onda herşey yazılmıştır. Zulmet perdeleri olan kendindeki o ilimleri, onu okumaya bırakmaz. Zulmet perdeleri, dünyânın bu türlü türlü meşgûliyetleri ve tedbîrleri ve arzûlarıdır. Bu zulmetlerin içinde olmak ve bu perdeler ile örtülü bulunmakla beraber, yine bir şey okur ve ondan bâzılarına vâkıftır. Bir bak ki, zulmetler ve perdeler kalktığı zaman, nelere vâkıf olur ve kendinden ne ilimler açığa çıkar. Sonuçta terzilik ve mîmarlık ve dülgerlik ve kuyumculuk ve astronomi ilmi ve tıb ilmi ve diğerleri gibi sayılmakla bitmeyen türlü meslekler ve sanayî insânın bâtınından peydâ olmuştur. Taştan ve kerpiçten ortaya çıkmamıştır. Ölüyü mezara gömmesini insana bir karga öğretti derler. O da insanın kuşa çarpan bir yansıması idi. Âdem’in isteği onu o hâle sevk etti. Sonuçta hayvân beşerin parçasıdır. Parça bütüne nasıl öğretir? Bu hâl ona benzer ki, bir kimse sol eli ile yazı yazmak ister ve kalemi ele alır. Her ne kadar gönlü kuvvetli ise de, yazarken eli titrer, fakat el kalbin emri ile yazar.

Emîr Pervâne, Hz. Mevlânâ efendimizin çok büyük ve yüksek sözler buyurduklarını anlayıp, hayrete düşmüş olduğundan, cenâb-ı Pîr-i dest-gîr aşağıdaki izâhlara başladılar:

Söz, kelâm ehli olan kimselerden kesilmiş değildir. Kelam dâima ona ulaşır ve söz ona yakındır. Eğer ağaçlar kış vaktinde yaprak ve meyve vermiyorlar ise, onların iş görmedikleri zannedilmesin; onlar dâima meşgûldür. Kış kazanç ve yaz masraf vaktidir. Masrafı herkes görür, kazancı görmez. Nitekim bir kimsenin birtakım işleri olur, masraf eder, bunu herkes görür; fakat önemli şeyleri için azar azar topladığı kazancı görmezler ve bilmezler. Oysa aslolan kazançtır. Masraf o kazançtan olur. Bize yakınlığı olan kimse ile anbean söz içindeyiz ve aralıksız berâberiz. Sükût ve kayboluş ve huzur vaktinde ve belki cenk ve kavga zamanında beraberiz ve karışmışız. Her ne kadar yumruk vurur isek de, onunla söyleşmedeyiz ve aralıksız berâberiz. Sen onu yumruk görme! O yumruğun içinde kuru üzüm vardır. İnanmaz isen aç da gör! Kuru üzüm ne demek ve azîzin incisinin ne önemi vardır!

Sonuçta başkaları da nazım ve nesîr ile incelikler ve dikkat isteyen şeyler ve hakîkatler ve mârifetler söylerler. Ve Emîr’in meylinin bu tarafa ve bize olması, dikkat isteyen şeyler ve nasihat yönünden değildir. Mâdemki her yerde bu cins kelam mevcûttur ve eksik değildir, o halde bana muhabbet edip meyletmesi, onların dışında bir şey sebebiyledir. O başkalarında gördüğü şeylerin ötesinde, diğer bir şey görüyor ve başka bir aydınlık buluyor.

Anlatılır ki: Pâdişâh Mecnûn’u huzuruna çağırdı ve ona dedi: “Sana ne olmuştur ki, kendini rüsvâ ettin ve ev-barktan geçip harâp ve fenâ oldun? Leylâ ne oluyor ve onun ne güzelliği vardır? Gel sana güzeller ve zarîf dilberler göstereyim; ve sana fedâ edip ihsân edeyim.” Ne zaman dilberleri ortaya çıkardılar ve onlar Mecnûn’a güzel güzel cilveler ettiler; Mecnûn başını eğmiş, önüne bakar idi. Pâdişâh buyurdu: “Ay oğul, başını kaldırıp baksan ya!” Mecnûn cevap verdi: “Leyla’nın aşkı kılıç çekmiştir, korkuyorum; eğer başımı kaldırırsam, o kılıcı başıma vurur.”

Mecnûn Leyla’nın aşkında o kadar gark olmuş idi ki, Leylâ’nın dışında bir şeye bakması öldürücü bir kılıç idi. Sonuçta başkalarında da göz, dudak, yanak ve burun vardı. Acabâ onda ne görmüş idi ki onunla böyle olmuş idi?..