Hz. Pîr, Emîr Pervâne’ye hitâben buyurdu: “Biz çok istiyoruz, ancak sizin halkın meseleleri ile meşgûl olduğunuzu bildigimizden, zahmet vermekten çekiniyoruz.”
Emîr Pervâne cevâben dedi: “Bu bizim üzerimize zorunlu idi; artık dehşet kalktı. Bundan sonra huzûra geliriz.”
Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdu: Bir fark yoktur, hepsi birdir. Sizin hakkınızda hepsinin bir olması lütfu vardır. Zahmetlerden nasılsınız? Bugün sizin hayırlar ve güzellikler ile meşgûl olduğunuzu bildiğimizden, biz sizi ziyâret ediyoruz. Şimdi bu bahiste idik ki, eğer bir adamın bakması gereken kimseler var ve diğerinin yok ise, ondan alıp öbürüne verirler. Zâhir ehli bakması gereken kimsesi çok olandan alıp, bakması gereken kimsesi olmayana veriyorsun derler. Ne zaman ki bakarsın, hakîkatte bakması gereken kimsesi çok olan odur. Nitekim bir cevher sâhibi olan dil ehli, onu bir şahsa vurur ve o kimsenin burnunu ve ağzını yaralar; herkes, zûlüm görmüş olan yaralanmış olandır derler. Amma hakîkatte zûlüm gören, yaralayandır; o yaralanan ise zâlimdir. Çünkü bu yaralayan cevherin sâhibidir ve Hakk’ta helâk olmuştur. Onun fiili, Hakk’ın fiilidir. Hudâ’ya ise zâlim denmez. Nitekim Peygamberimiz (a.s.v.) öldürdü ve kan döktü ve yağma etti. Bununla berâber zâlim onlar idiler; cenâb-ı Peygamber ise zulüm gören idi.
Örneğin bir batılı, batıda ikâmet etmektedir, oysa cevher sâhibidir. Bir doğulu batıya geldi, garîb olan o batılıdır. Oysa onun doğudan gelişi ne garîbtir! Fakat mâdemki bütün âlem bir haneden ibârettir, garîb değildir. Bu odadan o odaya veyâ bu köşeden o köşeye gitmiş olur. Sonuçta bu hanenin içinde değil midir? Ammâ o cevhere sâhip olan o batılı hanenin haricinden gelmiştir. Nihayet “İslâm, garîb olarak ortaya çıktı” buyrulmustur. “Batı garîb olarak ortaya çıktı” denilmemiştir. Nitekim Resûl (a.s.) yaralandığı zaman, mazlûm olduğu gibi, yaraladığı zaman da mazlum idi. Çünkü her iki halde, hak onun elindedir; ve mazlum, elinde hak olan kimsedir.
Mustafâ (s.a.v.)in gönlü israya yattı, Hak Teâlâ Resûl’ünün hâtırını hoş etmek için: “Bu hâl içinde, onlara söyle ki, siz zincirde ve bağdasınız. Eğer hayra niyet ederseniz, Hak Teâlâ sizi bundan kurtarır ve elinizden gideni, yine size katları ile verir; ve ahirette günahlarını bağışlayıp örter ve rıdvân verir. İki hazine ihsân eder. Birisi elinizden giden, diğeri de ahiret hazineleridir” diye vahiy gönderdi.
Emîr Pervâne sordu ki: “Bir kul amel ettiği zaman o yardım ve hayır, amelden mi ileri gelir, yoksa Hakkın lütfundan mıdır?”
Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular ki: Hakk’ın lütfudur ve Hakk’ın yardımıdır. Lâkin Hak Teâlâ, lütfunun çokluğundan her ikisini kuluna bağlayıp “cezâen bi mâ kânû ya’melûn” (Secde, 32/17) Yâni “Artık onlar için, işIemekte olduklarına bir mükâfât olarak…” âyet-i kerîmesi icâbınca sendendir buyurur.
Emîr Pervâne dedi: “Mademki Hakk’ın bu lütfu vardır, o halde her kim hakîkî ola-rak taleb ederse, o lütuf meydana gelir.”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular: Velâkin başsız ve mürşidsiz olmaz. Nitekim Mûsa (a.s.)ın ümmeti, itâatkâr oldukları zaman, denizde yollar açıldı ve deryâdan toz kalktı ve geçtiler. Ammâ muhalefete başladıkları zaman filan sahrada bu kadar sene kaldılar. Zamanın başları da tâbî olanların kendilerine kul, köle ve itâatkâr ve ferma’nâ uyucu olduklarını gördükçe, onların ıslâh edilmesi kaydında olurlar. Örneğin bu kadar asker, bir emîrin hizmetinde itâatkâr ve fermân dinleyici oldukları zaman, o da aklını onların işlerine sarfedip ıslâhları kaydında olur. Ammâ eğer itâatkâr olmazlarsa, hiç aklını onların işlerine sarfa uğraşır mı?
Akıl insânın teninde bir emîr gibidir. Tenin emri altında bulunanlar ona itâat ettikçe, bütün işleri ıslâha çalışır; amma itâatkâr olmadıkları zaman, hepsinde bozukluk ortaya çıkar. Görmez misin ki bir sarhoş gelir, şarap içmiştir; bunun elinden ve ayağından ve dilinden ve vücûdunun emri altındakilerden ne bozukluklar ortaya çıkar. Ertesi gün ayıldıktan sonra: “Ah ne yaptım ve niçin vurdum ve niçin söğdüm!..” der. Şimdi, o yolda bir reîs olup, tâbî olanları da ona itâatkâr oldukları bir vakitte, işler düzelmeye yüz tutar. Şimdi, akıl da kendi fermânına tâbî oldukları zaman, tenin emri altındakilerin ıslâhı fikrinde olur. Örneğin bir kimse “Gideyim” diye düşünür. Bunu ayak, onun fermânına itâatkâr olduğu zamanda dü-şünür; ve ancak ayağı itâatkâr olacak bir halde değil ise, bu düşüncede bulunmaz. Şimdi akıl, ten içinde emîr gibidir. Kendisinin bütün akıl ve bilgisi ve görüşü ve ilmi ile, insân âzâlarının başı hükmünde olan o velîye göre, insânın diğer âzâları hükmünde olan halkın hepsi sırf tendirler; ve onların arasında akıl, o velîdir. Mademki halk ten gibidirler, o velîye itâatkâr olmadıkça onların halleri dâima perişanlık ve pişmanlık içinde geçer. Ve itâatkâr oldukları zamanda itâatleri öyle olmalıdır ki, o her ne yaparsa boyun eğmeli ve kendi akıllarına mürâcaat etmemelidirler. Çünkü onu, kendi akıllarıyla anlıyamamaları mümkündür. Ona bütünüyle itâatkâr olmaları îcâb eder. Nitekim bir çocuğu bir terzi dükkanına verirler, onun her halûkârda üstâdına itâati lâzımdır. Eğer dikmek için uçkur verirse, uçkur diker; ve elbiseye dikilecek siyah işlemeler verirse, onları diker; san’at öğrenmek isterse, bütünüyle kendi tasarrufundan geçip üstâdının emrine mahkûm olmalıdır. Hak Teâlâ’dan ümîdimiz vardır ki, katıksız yardımı olan bir hâli göstersin… Ve o hâl bin çalışma ve çabalamanın üstündedir. “Leyletül kadri hayrun min elfi şehr” (Kadir, 97/3) Yânî “Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır” ayet-i kerîmesiyle, “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin ibâde-tinden hayırlıdır” hadîs-i şerîfi mânen bir olan sözlerdir. Yânî onun yardımı erişince, yüzbin ve daha fazla çalışmanın işini görür. Çalışma ve çabalama da hoştur ve faydalıdır; velakin O’nun yardımının yanında ne hükmü olur?
Emîr Pervâne sordu ki: “Hakk’ın yardımı çalışma ve çabalamaya sebeb olur mu?” Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:
Niçin sebeb olmasın?. O’nun yardımı eriştiğinde çalışma da gelir. Îsa (a.s.) dan ne gibi çalışmalar çıktı ki beşik içinde “innî abdullâh, âtâniyel kitâbe” (Meryem, 19/30) Yâni “Ben hakîkat Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi” dedi; ve Yahya (a.s.) annesinin karnında iken onu vasfeder idi; ve Muhammed Resûlullah çalışmaz iken “E fe men şerehallâhu sadrehu” (Zümer, 39/22) Yâni “Allah’ın göğsünde Müslümanlık için inşirâh verdiği bir kimse…” buyruldu.
Önce fazldır. Ne zaman ki bir kimseye dalâletten uyanıklık gelir, işte o Hakk’ın fazlı ve katıksız lütfudur. Eğer böyle değilse, bu fazl ve lütuf, niçin bu gibi zâtların zamanında bulunanlar hakkında tecelli etmedi? Bundan sonra fazl ve cezâ vardır. Örneğin bir kıvılcım sıçradı, onun başı lütuftur; ammâ o kıvılcımı pamuğa vermek sûretiyle besleyip arttırdığın zaman lütuftan sonra fazl ve cezâ olur. İnsân “ve hulikal insânu daîfâ” (Nisa, 4/28) Yânî “insân zayıf olarak halk edilmiştir” âyet-i kerîmesi yüksek hükmünce, ilk anda küçük ve zayıftır. Nitekim ilk önce kızgın demirden ve taştan bir kıvılcım sıçrar; önce zayıftır. O zayıf olan ateş yükselir ve cihânı yakar; ve ateş büyüklük peydâ eder. “Ve inneke le alâ hulukin azîm” (Kâlem, 68/4) Yânî “Hiç süphesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin.”
Dedim: Mevlânâ’nın size pek fazla muhabbeti vardır.
Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular ki: Benim gelmem ve söyleşmem, dostluk miktârınca değildir. Ben ne olursa onu söylüyorum. Eğer Cenâb-ı Hak murâd ederse, bu az sözü faydalı ve sizin bâtınınızda kâim kılar; ve azîm menfaatler eyler. Ammâ murâd etmezse, yüzbin söz söylenmiş olsa, aslâ gönülde karâr etmez, hepsi geçer ve unutulur. Ve nitekim bir elbiseye bir kıvılcım sıçrar, eğer Hak isterse kıvılcım te’sir edip ateş büyür; ve eğer istemezse, elbiseye yüz kıvılcım sıçrasa söner, hiç te’sir etmez. “Ve lillâhi cünûdüs semâvâti vel ard” (Feth, 48/4) Yânî “Göklerin ve yerin bütün orduların Allâh’ındır” âyet-i kerîmesinde işâret buyruldugu üzere, bu sözler Hakk’ın askerleridir; kaleleri Hakk’ın izniyle fethederler ve zabtederler ve alıp açarlar. Eğer bu kadar süvârîye: “Filân kale üzerine yürüyün, fakat zabtetmeyin!” diye emrederse öyle yaparlar; ve eğer bir süvârîye: “Git, filan kaleyi zabtet!” diye emretse, o da gidip kalenin kapısını açarak zabteder; ve bir sivrisineği Nemrud’a musallat edip helâk eder. Nitekim “Ârifin indinde metelik ve altın ve arslan ile kedi aynıdır” derler. Eğer Hak Teâlâ bir meteliğe bereket verirse, yüzbin altının ve daha fazlasının ismi görür; ve eğer bin altından bereketi kaldırırsa, bir meteliğin işini göremez; ve arslan da böyledir. Eğer bir kediyi ona musallat ederse, Nemrud’un sivrisineği gibi helâk eder. Ve eğer kediyi helâk etmemek üzere arslanı gönderirse, arslanlar o kediden titrer veyâhut onun bineği olur. Nitekim bâzı dervişlerin arslana bindikleri olmuştur. Nitekim ateş İbrâhîm (a.s.)a selâmet soğukluğu ve yeşillik ve gülistan oldu. Çünkü onu yakmaya Hakk’ın izni olmadı.
Sonuç olarak onlar bildiler ki, hep Hak’dandır. Onların indinde herşey eşit oldu. Sizin dahi bu sözleri kendi bâtınınızdan işitmenizi Hak’dan ümîd ederiz. Çünkü faydalı olan odur. Eğer dışarıdan bin hırsız gelse, onlara içeriden bir hırsız yardımcılık etmedikçe kapıyı açamazlar. Dışarıdan bin söz söylersen, bâtınen tasdîk edici olmadıkça fayda vermez. Nitekim bir ağacın kökünde yaşlık olmazsa eğer bin sene su döksen fayda vermez. Onun büyüyüp gelişmesine yardım etmek için kökünün yaş olması lâzımdır. Şiir:
Nazımdan tercüme: “Gerçi gözün nûru yüzbinlerce eşyâyı görür Nûrun aslının gayrisi üstünde o etmez karâr.” Bütün âlem nûra boğulsa, gözde nûr olmadıkça, aslâ o nûru görmez. Şimdi… aslolan, nefisdeki o kâbiliyyettir. Nefis başka rûh başkadır. Görmez misin ki, nefis uykuda nerelere gider; oysa rûh tendedir. Ammâ nefis döner diğer bir şey olur. Bundan dolayı Hz. İmâm-i Âlî (kerremallahu vechehû): “Men ârefe nefsehû fekâd ârefe rabbehû” Yânî “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” sözünü o nefis için söyledi; rûh için söylemedi. Ve eğer bu nefis için söyledi der isen ma’kûl değildir. Ve eğer nefsi şerh etsen, herkes bu nefsi anlayacaktır. Çünkü onlar o nefsi bilmezler.
Örneğin eline bir küçük ayna aldın; aynada iyi görürsün, kötü görürsün, büyük veyâ küçük görürsün, hep odur. Söyleyerek anlamak mümkün değildir. Söyleyerek ancak bu kadar anlaşılır. Dinleyen kimsede “Bizim gördüğümüz âlemin dışında bir âlem vardır, onu isteyelim” diye bir sıkıntı ortaya çıkar. Bu dünyâ ve zevkler, insanın hayvâni hisleridir. İnsân bunların hepsini hayvânî kuvvetlerine verir. Oysa insânîyyetten ibâret olan aslı, zaaf içindedir. Nihayet, insân konuşan hayvândır derler.
Bundan dolayı insân iki şeydir. Hayvânî kuvvetlerde mevcût şey şehvetlerdir ve arzulardır. Ammâ onun özü ve gıdâsı olan şey, ilim, hikmet ve Hakk’ın dîdârıdır. Âdemin hayvâniyyeti Hak’dan ve insâniyyeti dünyadan kaçıcıdır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Fe minküm kâfiru ve minküm mû’min” (Tegâbün, 64/2) Yânî “Kiminiz kâfir oluyor, kiminiz mü’min…” Bu vücût içinde iki şahıs kavgadadır. Mısra’:
Nazımdan tercüme: “Acabâ baht kimindir ve kime yâr olacak?” Bunda şüphe yoktur ki, bu âlem kıştır. Mâdenlere niçin mâden diyorlar? Çünkü donukturlar. Bu taşlar ve dağlar ve vücûdu örten elbise hep donuktur. Ve eğer kış mevcût değil ise, âlem niçin donuktur? Alem basît yânî soyut, tek bir ma’nâdır, görünmez. Ammâ havanın ve soğuğun varlığını te’sir ile bilmek mümkündür. Bu bütün âlem, kış mevsimi gibidir. Çünkü hepsi donuktur. Nasıl kıştır? Aklî kıştır, hissî kış değildir. O ilâhî hava geldiği zaman, dağlara erime özelliği gelir, âlem su olur. Nitekim temmuz sıcağı gelince bütün donmuşlar erir. Kıyâmet gününde o hava geldiği zaman, hep bu donuklar erir. Hak Teâlâ bu kelimeleri düşmanlarınıza karşı size set ve düşmanların kahrına sebep olması için sizin etrafınızda bizim askerimiz kılar. O düşmanlar, bâtınî düşmanlardır; zâhirî düşmanlar birşey değildir. Görmez misin? Bu kadar kâfir, pâdişâhları olan bir kâfirin esîridir.
Şimdi anlaşıldı ki, iş endîşenindir. Çünkü bu kadar binlerce halk, zayıf ve kederli olan bir endîşenin esîridirler. Bak gör ki, sonsuz endîşenin sâhiplerinde ne azamet ve şevket vardır! Ve düşmanları nasıl kahrederler ve ne âlemleri itâatkâr eylerler! Biz apaçık görüyoruz ki, yüzbin sûret, haddsiz sonsuz asker, bir sahrâda tek bir şahsın esîridirler. O şahıs da küçük bir endişenin esîridir. Mâdemki bunların hepsi bir endîşenin esîridirler, acabâ çok büyük, tehlikeli, kudsî ve ulvî olan sonsuz endîşeler nasıl olurlar? Bundan dolayı anlaşıldı ki, iş endîşelerindir. Sûretlerin hepsi tabî ve âletdirler; ve endîşe olmayınca kullanım dışıdırlar ve mâdendirler. Böyle olunca sûreti gören kimse, mâden demektir. O kimse ma’nâya yol bulamaz; her ne kadar sûret olarak ihtiyar ve yüz yaşında ise de, o çocuktur, yetişkin değildir. Nebî (a.s.v.) Efendimiz: “Küçük savaştan büyük savaşa döndük” buyurdular. Yânî “Sûretlerin savaşında idik ve sûretsel düşmanlar ile savaşıyor idik. Şimdi iyi düşüncelerin kötü düşünceleri mağlûb etmeleri ve ten vilâyetinden çıkarmaları için düşünce askerleri ile savaşalım” ma’nâsını kastettiler. Bundan dolayı büyük olan savaş budur. Ve şimdi bu savaşta iş gören fikirlerdir ki, ten vâsıtası olmaksızın hizmet ederler. Nitekim fââl akıl, âletsiz çarkı döndürür. Mısra':
Tercüme: “Sen bir cevhersin; ve her iki cihan muhakkak senin arazındır.” Mademki arazdır, araz olan şey için devamlılık lâyık olmaz. Çünkü bu cevher miskin nâfesine yâni misk kokusunun elde edildiği maddeye benzer; ve bu âlem ve zevkler de misk kokusu gibidir. Bu misk kokusu kalmaz; çünkü arazdır. Her kim kokuya kanmayıp, miskin nâfesini taleb ederse iyidir; ammâ kim misk kokusu üzerinde karar kılarsa, o fenâdır. Çünkü o kimse elinde kalmayacak olan bir şeye el koymuştur. Çünkü koku miskin sıfatıdır. Miskin bu âlemde ne kadar yönü varsa kokusu gelir. Ne zaman ki perde içine girip başka bir âleme yönelir, onun kokusu ile yaşayanlar ölürler. Çünkü koku miske bağlı olup, miskin cilve ettiği yere gider.
Şimdi talihi yardımcı olan kimse odur ki, kendisine koku gelir ve onun aynı olur. Ondan sonra o kimse için fenâ kalmaz ve miskin zatının aynında bâkî olup misk hükmüne girer; ve daha sonra koku âlemine ulaşıp cihân o kimseden hayat bulur. Onda olan şey ise isimden başka birşey değildir. Nitekim bir at veyâ başka bir hayvân tuzlada tuz olmuş olsa, onda hayvânlıktan bir kuru isimden başka birşey kalmamış olur. Fiilde ve te’sirde tuzlanın aynı olur. O ismin ona ne ziyânı vardır? O hayvan başını tuz olmaklıktan dışarıya çıkaramaz. Ve eğer bu tuz cevherine başka bir ad koysan, yine tuzluktan dışarı çıkamaz.
Bundan dolayı insan Hakk’ın ışığı ve yansıması olan bu zevkler ve lütuf-lardan geçmeli ve bu kadar ile yetinmemelidir. Gerçi bu kadarı dahî Hakk’ın lütfundandır; ve Hakk’ın cemâlinin ışığıdır; velâkin bâkî değildir. Gerçi Hakk’a göre bâkîdir; fakat halka göre bâkî değildir. Hanelere yansıya güneşin ışıkları da gerçi güneşin ışığı ve nûrdur; velakin güneşe bağlıdır. Güneş batınca aydınlık kalmaz. Şimdi ayrılık korkusunun kalmaması için güneşin zâtı olmak lâzımdır.
Çalışma vardır; vâkıf oluş vardır. Bâzılarının çalışması olur ise de, vâkıf oluşu olmaz; ve bâzılarının vâkıf oluşu vardır amma çalışması yoktur. Velâkin her ikisi de olursa, öyle kimsenin muvaffakiyyeti çok büyük olur. Böyle bir kimse benzersizdir. Örneğin bir kimse yola çıkar, ammâ bu çıkar yol mudur, değil midir bilmez. Olur ki bir horoz sesi veyâ medeniyet eseri ortaya çıkar diye körü körüne gider. Bu kimse nerede ve yolu bilip giden kimse nerede! Yolu bilen nişana muhtaç değildir; onun işi iştir. Bundan dolayı vâkıf oluş hepsinin ötesidir.