Onbeşinci Fasıl Zâten size ilimden ancak az bir şey verilmiştir

Şeyh İbrâhîm dedi: “Seyfeddin Ferah, bir kimseyi dövse idi, birisine hikâye ile kendisini meşgûl eder idi. Sonuçta onlar da onu döverler ve bu yol ve tarz ile şefâat ileri gitmezdi.”

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular ki: Bu âlemde her ne görür isen, o âlemde de öylecedir. Belki bunlar hep o âlemin numûnesidir; ve bu âlemde her ne mevcût ise, hepsini o âlemden getirmişlerdir. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri buyurur: “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu” (Hicr, 15/21) Yâni “Hiçbiri hariç olmamak üzere her şeyin hazineleri bizim indimizdedir.” Ayak esnafı tezgâhların üzerine, her yığından bir avuç biber, bir avuç sakız ve birer avuç diğer muhtelif devâlar koyarlar. Yığınların sonu yoktur. Ancak onun tezgâhına bundan fazlası sığmaz.

Şimdi insân da, esnafın tezgâhı veyâ bir attar dükkânı gibidir. Çünkü onun tezgâhlarına ve kaplarına Hakk’ın sıfatları hazînelerinden (bir) avuç ve parça parça koymuşlardır. Ve bu âlemde ticâret yapmak için kendi haline uygun duymadan ve görmeden, konuşmadan, akıldan, keremden, “ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ” ( İsrâ, 17/85) Yâni “Zâten size ilimden ancak az bir şey verilmiştir” âyet-i kerîmesi gereğince ilimden bir parça verilmiştir. Şimdi… Bundan dolayı bu insânlar sürekli dolaşıp dururlar ve dolaşmanın hakkını alırlar ve gece gündüz tezgâhlarını doldururlar. Oysa sen boşaltır ve ziyân eder veyâ onlarla ticâret edersin. Gündüz boşaltırsın, gece yine doldu-rurlar ve kuvvet verirler. Örneğin gözün görücülüğünü görürsün; o âlemde de çeşitli görmeler ve gözler ve bakışlar vardır. Bu âlemde ferahlaman için, sana ondan numûne gönderdiler; görüş bu kadar değildir; ancak insân, bundan faz-lasına tahammül edemez. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nünezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm” (Hicr, 15/21) Yânî “Hiç biri hariç olmamak üzere her şeyin hazineleri bizim indimizdedir. Onları ancak belirli bir miktarda indiririz.” Yâni bu sonsuz san’atlar, bütün bizim tarafımızdan olup, sana belirli miktar ile göndeririz. Şimdi iyice bir düşün ki, yüzyıllar boyunca bu kadar halk geldiler, bu deryâdan dolup tekrar boşaldılar. Bak gör ki, o anbar nasıl anbardır? Şimdi her kimin o deryâya vâkıf oluşu fazla ise, onun gönlü o tezgâh üzerindeki maddelerden de o kadar soğur. Bundan dolayı zannedersin ki bütün âlem, dırâbhâneden yânî yeryüzünden gelip, yine dırâbhaneye döner. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Bakara, 2/156) Yânî “Biz dünyada Allah içiniz ve biz âhirette de O’na dönücüleriz.” Yâni, bütün parçalarımız, o mahalden geldiler ve o mahallin numûneleridir. Ve yine küçük büyük ve hayvânlar, o mahalle döner; amma bu tezgâh içinde açığa çıkıyorlar. Bu tezgâh olmaksızın meydana çıkmıyorlar. Çünkü o âlem latîfdir, görünmez; bu ma’nâ niçin sana acâîb geli-yor? Bahar rüzgârını görmüyor musun? Ağaçlıklarda ve yeşilliklerde ve gül bahçelerinde ve reyhanlarda nasıl zâhir oluyor?… Bahârın güzelliğini bunlar vâsıtasıyla seyrediyorsun! Oysa bahar rüzgârının zâtını düşündüğün zaman, bunlardan hiçbirisini görmezsin. Bu görüşün olmayışı onda bu seyirlerin ve gül bahçelerinin [mevcût olmamasından değildir. Sonuçta bunlar onun ışığından değil midir? Belki onda gül bahçelerinin] ve reyhanların dalgaları vardır. Lâkin latîf dalgalardır. Göze görünmezler, ancak vâsıta ile görünürler ve latîf oluşundan dolayı zâhir olmazlar. Nitekim insânda da bu vasıflar gizlidir, zâhir değildir. Ancak dahîlî ve hâricî vâsıtalar ile yâni bir kimsenin sözünden ve incitmesinden ve çekişme ve uzlaşmasından zâhir olur. Beşeri sıfatları görmüyor musun? Kendinde düşü-nürsün, hiçbir şey bulamazsın ve kendini bu sıfattan hariç bilirsin. Bu hal, sende olan şeyin değişmesinden değildir, ancak sende gizli olmasındandır; ve deryâya benzer. Deryâ, deryâdan ancak buharlaşma vâsıtasıyla hârice çıkar ve ancak dalga ile zâhir olur. Sıfat dalgaları kaynaşmaya başlayınca dışarıdan bir vâsıta olmaksızın senin derîninden peydâ olur. Ancak deryâ sâkin oldukça, hiçbir şey göremezsin. Tenin deniz kenârıdır ve cânın da denizdir. Görmez misin, onda bin türlü yılanlar ve balıklar ve kuşlar ve türlü türlü acâîb mahlûklar peydâ olup, kendilerini gösterirler; ve yine o deryâya dalarlar. Senin gazab, hased ve şehvet vesâire gibi sıfatların işte bu deryâdan başlarını çıkarırlar. Şimdi senin sıfâtın, gûya Hakk’ın latîf olan âşıklarıdır. Ne zaman ki giysi soyucular, onu üryân ederler, ancak onları o vâsıta ile görmek mümkün olur. Yoksa onlar letâfetin çokluğundan görünmezler.