İnsanda bir aşk, bir istek, bir dert, bir ıztırâb ve bir takāzâ vardır ki, eğer bu mülk âleminin yüzbin mislini verseler, ferahlamaz ve rahat bulmaz. Bu halk, herbir bilgi ve meslek ve san’at ve memuriyeti ve ilimleri ve astronomiyi vesaireyi ayrıntılarıyla tahsîl eder; ve aslâ gönül rahat bulmaz; çünkü amaçlanan şeyi elde etmemiştir. Nihayet sevgiliye “dil-ârâm” derler; yânî gönül onunla karar ve râhat eder. Böyle olunca sevgilinin gayri ile nasıl rahat ve karar edebilir? Bütün zevkler ve maksatlar bir merdiven gibidir. Mademki merdivenin basamakları, ikâmet ve eğlenme mahalli olmayıp, atlayıp geçmek içindir, ne mutlu o kimseye ki, uzun yolun kısa olması için pek çabuk uyanık ve vâkıf olup, merdivenin bu basamaklarında ömrünü ziyân etmez.
Cenab-i Pir’den sordular ki: “Moğol Tatarları bizim mallarımızı alırlar ve onlar da arasıra bize birtakım mallar bağışIarlar. Acaba onun hükmü nasıldır?”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevap olarak buyurdular:
Moğollar’ın aldıkları şey, Hakk’ın pençesine ve hazînesine dâhil olmuş bir şeydir. Nitekim deryâdan bir testi veyâ bir küp doldurup çıkarırsın; su, testi veyâ küp içinde bulundukça, o senin mülkün olur ve onda kimse tasarruf edemez; ve her kim senin iznin olmaksızın, o küpten su alırsa, gasp edici olur. Fakat o suyu yine deryâya döktüğün zaman, herkese helâl olur ve senin mülkünden çıkar. Bundan dolayı bizim malımız onlara harâm ve onların malı bize helâldir, “İslâmiyette rûhbânlık yoktur; cemâat rahmettir.” Resûlullah (a.s.v.) topluluk içinde mesâî harcayın buyurdu. Çünkü rûhların toplanacağı yer için çok büyük ve yüksek te’sirleri vardır. O te’sir bir başına ve yalnızlıkta oluşmaz. Bu sırra dayanarak, mahalle ahâlîsinin toplanması ve rahmet ve faydanın çoğalması için mescidler yapılmıştır. Ve evlerin ayrı olması, tefrîk ve ayıpları örtmek içindir; onun faydası ancak budur. Ve şehir ahâlîsi orada toplanmak için cami’ binâ etmişlerdir. Beldelerden ve memleketlerden, âlem halkının çoğunun orada toplanmaları için, Ka’be’yi zorunlu kılmışlardır.
Huzûrdakilerden birisi dedi: “Moğollar bu vilâyete ulaşmalarında önce üryân ve çıplak idiler; ve bindikleri hayvân öküz idi ve silâhları ağaçtan idi. Bu zamanda ihtişam peydâ edip doydular ve onlarda birbirinden ālâ arab atları ve güzel silâhlar vardır.”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevap olarak buyurdular:
O zaman ki kırık kalbli ve zayıf idiler ve kuvvetleri yok idi, Hak Teâlâ onlara lütufta bulunup niyâzlarını kabûl eyledi. Bu zamanda muhteşem ve güçlü oldular. Hak Teâlâ halkın en zayıfı ile kulları helâk eder; ta ki onların âlemi zabtetmelerinin, kendi kuvvetleriyle değil, Hakk’ın lütuf ve yardımıyla olduğunu bilsinler. Onlar evvelce halktan uzak, sessiz ve miskin ve çıplak ve muhtaç bir halde sahrâda yaşarlar idi. Ancak onlardan bâzıları, ticâret için Harzemşâh’ın memleketine gelirler ve alışveriş yapıp, kendilerine elbise yapmak için kumaş satın alırlar idi. Harzemşah o ticâretten men’ etti ve tâcirlerinin öldürülmesini emretti; ve onlardan haraç dahi alırdı ve tâcirlerin oraya girmesine izin vermezdi. Tatarlar “Helâk olduk” diye kendi pâdişahlarının huzûruna niyâza gittiler. Pâdişah onlardan on gün süre istedi; ve bir karanlık mağaranın içine girdi ve oruç tuttu ve tevâzu ve haşyet takdîm eyledi. Hak Teâlâ’dan “Niyâzını kabûl ettim, dışarı çık, her nereye gidersen yardım edilen ve gâlip olasın” diye nidâ geldi. Ne zaman ki dışarı çıktılar, Hakk’ın emri ile yardım edilen ve gâlip oldular ve âlemi zabtettiler.
O kimse dedi: “Tatarlar da âhirette toplanmayı tasdîk edip yarın bir yargı ve muhasebe dîvânı olacak ve elbette bir gün hesap sorulacaktır diyorlar.”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevap olarak buyurdular:
Yalan söylüyorlar ve kendilerini müslümanlar ile bir tutmak istiyorlar. Yânî biz de doğru söylüyoruz ve biliriz, demek istiyorlar. Deveye “Nereden geliyorsun?” dediler. “Hamamdan geliyorum” dedi. Ayağının topuklarından bellidir, dediler. Şimdi… Eğer onlar âhirette toplanmayı kabûl ederek söylüyor iseler, onun alâmet ve nişânı nerede?.. Bu günahlar ve zulüm ve kötülük, kat kat toplanmış buzlar ve karlar gibidir. Tövbe ve pişmanlık ve âhiret tasası ve Allah korkusu, güneş ortaya çıkınca nasıl buzları ve karları eritir ise, o da günah karlarını öylece eritir. Ve eğer bir kar veyâ buz “Ben güneşi gördüm ve temmuzun güneşi üzerime ışık saldı” der ve kendi yine ilk hâli üzere bulunursa, hiçbir âkıl o sözü kabûl etmez; çünkü temmuz güneşi üzerine çarpsın da, kar ve buz erimesin, bu mümkün değildir. Gerçi Hak Teâlâ, hayır ve şerrin karşılıklarını âhirette vereceğini vaad buyurmuştur. Velâkin onun numûnesi bir miktar dünya yurdunda da an be an gözükür. Eğer bir kimsenin gönlünde sevinç olursa, o hâl bir kimseyi sevindirmenin karşılığıdır; ve eğer sıkıntılı olursa, bir kimseye sıkıntı vermiştir. Bu ma’nâlar o âlemdendir. Herkesin bu az ile o çoğu anlamaları için, karşılık gününden numûnedir. Nitekim numûneyi, buğday anbarından bir avuç gösterirler. O kadar azamet ve büyüklüğü ile berâber, Resûl (a.s.v.)in bir gece eli ağrıdı. Bu ağrının cenâb-ı Abbâs’ın elinin ağrısının te’sirinden olduğu ilhâm olundu. Çünkü onu esîr edip diğer esîrler ile berâber elini bağlamış idi. Hz. Abbas’ın elinin bağlanması, Hakk’ın emri ile olmakla berâber, karşılığı da erişti. İşte sana ârıza olan bu sıkıntılar ve kederler ve hoşnutsuzlukların, yaptığın incitme ve günahların te’siri olduğunu bilmen için böyle karşılık olarak erişir. Gerçi ne yapmış olduğun detaylarıyla hâtırında değildir; ancak karşılıktan, ne kadar çok kötü fiiller yapmış olduğunu bil! O yaptığın kötü müdür, veyâ cehâletten ve gafletten midir, veyâhut bir dinsize refâkat ettiğin zaman, sana günâhları kolaylaştırmış da, onun günah olduğunu mu bilmedin? Bunları bilmezsen, karşılığa bak gör ki, ne kadar genişlemen ve ne kadar daralman vardır?.. Kesin olarak daralma itâatsizliğin ve genişleme itâatin karşılığıdır. Nihâyet, (S.a.v.) parmağındaki yüzüğü çevirdiği için “Seni tâtil ve oyun için halketmedim” diye azar geldi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “E fe hasibtum ennemâ halaknâküm abesen” (Mü’minûn, 23/115) Yânî “Sizi ancak boş yere halkettiğimizi mi sandınız?” Günlerinin nasıl geçtiğini, hayırda mı, yoksa şerde mi geçtiğini buradan kıyâs et! Mûsâ (a.s.), Hakk’ın emrine uyarak, halk ile meşgûl idi ve Hak ile de meşgûl idi. Ammâ onun bir tarafını Hak Teâlâ’nın halk ile meşgûl etmesi iş için idi. Oysa Hızır (a.s.)ı bütünüyle ecell ve a’la Zât’ıyla meşgûl etti. Mustafâ (a.s.v.) dahî ilk önce bütünüyle Hak’la meşgul idi. “Halkı dâvet et ve nasîhat ver ve ıslâh et!” diye emir geldi. Cenâb-ı Mustafâ (s.a.v.) “Ah yâ Rabbenâ! ne günâh ettim? Beni huzûrundan niçin kovuyorsun? Ben halkı istemem” diyerek figân etti. Hak Teâlâ buyurdu: “Ey Muhammed (s.a.v.) aslâ gam yeme, çünkü seni halk ile meşgûliyyette bırakmam; meşgûliyyetin kendisinde benim ile olursun; ve benim ile olduğun halde, kıl ucu kadar noksan olmaz. Çalıştığın her bir işte, kavuşmanın aynı içinde olursun.”
Birisi sordu ki: “Ezeli hükümler ve Hak Teâlâ’nın takdîr ettiği şey, hiç değişmez mi?”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevap olarak buyurdular:
Hak Teâlâ’nın iyilik için iyilik, kötülük için kötülük olsun diye ezelde hükmettiği şey aslâ değişmez. Çünkü Hak Teâlâ hakîmdir… Hiç iyilik bulmak için kötülük et der mi? Hiç bir kimse buğday ekip arpa veyâ arpa ekip buğday biçer mi? Bu olmaz. Bütün nebîler ve evliyâ iyiliğin karşılığı iyilik ve kötülüğün karşılığı kötülüktür demişlerdir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh * Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” (Zelzele,99/7-8) Yânî “İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür, kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onu görür.” Eğer ezeli hükümden murâdın, dediğimiz ve şerh ettiğimiz ise, o asla değişmez. Bununla berâber, eğer murâdın iyiliğin ve kötülüğün karşılığı, artar ve eksilir ve değişir yânî iyiliği ne kadar çok yaparsan, iyilikler çoğalır; ve zulmü ne kadar çok yaparsan, kötülükler de çoğalır demek ise, bu değişir; fakat hükmün aslı değişmez.
O kimse sordu ki: “Biz şakînin saîd ve saîdin şakî olduğunu görüyoruz?”
Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular:
O şakî sonuçta iyilik etti veyâhut hayırlı fikir etti ki saîd oldu; ve o saîd de, fenâlık etti veyâ kötü fikirde bulundu ki şakî oldu. Nitekim İblis “halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (Sâd, 38/76) Yânî “Beni bir ateşten, onu ise bir çamurdan halk ettin” deyip, Âdem (a.s) hakkında îtirâz etti. Meleklerin üstâdı iken ebedi melûn ve dergâhtan kovulan oldu.
Birisi sordu ki: “Bir kimse bir gün oruç tutayım, diye adakta bulundu. Eğer onu bozsa, kefâret lâzım gelir mi gelmez mi?”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevap olarak buyurdular:
Şâfîi mezhebinde bir söz ile kefâret lâzım olur; çünkü “adak”, yemin sayılır. Her kim yemîni bozarsa, onun üzerine keffâret lâzım gelir. Ammâ Ebû Hanîfe indinde, adak yemin ma’nâsına değildir. Bundan dolayı keffâret lâzım gelmez. Ve adak da iki yön üzerinedir; biri mutlak, diğeri kayda bağlıdır. Mutlak odur ki “Bir gün oruç tutayım” der; ve kayıtlı odur ki “Eğer filan gelirsen bir gün oruç tutayım” der. Birisi bineğini kaybetmiş ve onu bulmak niyetiyle, üç gün oruç tutmuştu. Üç gün sonra bineğini ölü olarak bulup kederlendi ve kederi sebebiyle yüzünü gökyüzüne çevirip dedi: Eğer tuttuğum bu üç oruca bedel, Ramazan ayından altı gün yemezsem adam değilim. Bakalım benden kârlı mı olacaksın!
Birisi sordu ki: “Ettahiyyât” ın ve salavât ve tayyibatın ma’nâları nedir?”
Hz. Pîr-i dest-gîr cevap olarak buyurdular:
Yânî bu itâatler ve hizmetler ve kulluklar ve edebler bütün Hakk’ın verdikleri ve mülküdür. Çünkü eğer Hak bize sıhhat vermezse, bizden bu itâatler ve edebler ve ibâdetler açığa çıkmaz ve bedenlerimizin ferâgati hâsıl oluş bulmaz. Bundan dolayı salavât ve tayyibât ve tahiyyâtın Allah için olması, hakîkattir. O bizim değildir, hep O’nundur ve O’nun mülküdür. Nitekim bahar mevsiminde halk zîrâat ederler ve sahrâya çıkarlar ve seferler isterler ve binâlar inşâ ederler; bunların hepsi baharın verişi ve bahşişidir. Aksi halde onlar, hep oldukları gibi, evlerde ve kulübelerde mahbûs olurlardı. Şimdi hakîkatte bu zirâat ve bu ferahlama ve nîmetlenme hep o bahârındır; ve nîmet sâhibi odur. İnsânların bakışı sebepleredir ve işleri o sebeplerden bilirler. Onun için sebepleri ortaya getireni görmezler ve bilmezler. Ammâ evliyânın indinde, sebeplerin perdeden başka bir şey olmadığı keşfolmuştur. Bu ona benzer ki, bir kimse perde arkasından söz söyler ve perde söz söylüyor zannederler; ve perdede bir iş olmayıp, örtü olduğunu bilmezler. Ne zaman ki söz söyleyen kimse, perdeden dışarıya çıkar, perdenin bahâne olduğu bilinir. Hakk’ın evliyâsı, sebepler dışında, nakşolunmuş olarak açığa çıkan birtakım işleri gördüler. Nitekim dağdan deve çıktı ve Mûsâ (a.s.) ın asâsı bir büyük yılan oldu; ve bir mermerden on iki pınar aktı; ve aynı şekilde Mustafâ (s.a.v.) ayı âletsiz, bir işâretle yardı; ve Âdem (a.s.) babasız ve anasız, Îsâ (a.s.) babasız vücûda geldi; ve İbrâhîm (a.s.) için ateşten gül ve gül bahçesi peydâ oldu; ve sonsuz bir şekilde böyle şeyler oldu. Şimdi ne zaman ki bunu gördüler, bildiler ki sebepler bahânedir; ve işi gören başkasıdır. Avâmın yânî sıradan halkın meşgûliyyeti için sebepler bir perdeden başka birşey değildir. Zekeriyyâ (a.s.) a Hak Teâlâ “Sana evlâd vereceğim” diye va’d buyurdu. O, “Ben ihtiyarım ve eşim de ihtiyardır; ve şehvet âleti zayıf olmuştur; ve eşim hamilelik imkânı olmayacak ve çocuk doğuramayacak bir hâle gelmiştir. Yâ Rab, böyle bir kadından, nasıl çocuk olur?” diye feryâd etti. Nitekim Kur’ân-ı Mecîd’de buyrulur: “Kâle rabbi ennâ yekûnu lî gulâmun ve kad beleganiyel kiberu vemraetî âkir” (Âl-i İmrân, 3/40) Yâni “Ya Rab, benim nasıl oğlum olur ki, bana ihtiyarlık geldi ve eşim de doğuramayacak derecede ihtiyardır.” Cevap geldi ki: “Uyanık ol! Ey Zekeriyyâ, yine vesileyi kaybettin. İşlerin sebeplerin dışında olduğunu sana yüzbin kere gösterdim, onu unuttun; bilmez misin ki sebepler bahânedir. Ben bir anda gözünün önünde, kadınsız ve hamilelik olmaksızın, senden yüzbin evlâd peydâ etmeye gücü yetenim. Belki bir işâretim ile âlem içinde âlem olarak tam kemâlli ve âlim olmak üzere bir halk peydâ olur. Ben seni rûhlar âleminde babasız ve anasız icâd etmedim mi? Bu vücûddan önce, benden sana birtakım lütuflar ve yardımlar öne geçmemişmiydi? Onu niçin unutuyorsun? Nebîlerin ve evliyânın halleri ve mahluklar ve iyi ve kötü, hep mertebeleri ve cevherleri miktarıncadır. Örnek odur ki köleleri, kâfirlerin memleketlerinden, müslümanların vilâyetine getirip satarlar. Bâzılarını beş ve bâzılarını on ve bâzılarını da onbeş yaşında getirirler. Çocuk olarak getirmiş, oldukları köleler, birçok seneler müslümanlar arasında beslenip büyüyerek ihtiyarladıklarında, o vilâyeti tamamiyle unuturlar ve ondan hiçbir şey hatırlamazlar; ve biraz büyücek olunca az hatırlar; ve tamamiyle büyük olunca memleketini daha fazla yâd eder. Rûhlar da böylece o âlemde Hakk’ın huzûrunda idiler. Nitekim Kur’ân-ı Mecîd’de işâret buyrulmuştur: “e lestü birabbiküm, kâlû belâ” (Â’raf, 7/172) Yânî “Allah Teâlâ: Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?demişti; onlar da evet Rabb’imizsin demişlerdi.” Ve onların gıdâ ve kuvvetleri, harfsiz ve sessiz olan Hakk’ın kelâmı idi. Bâzılarını çocuk olarak getirdiklerinden, o kelâmı işitince, hallerini ondan hatırlamaz ve kendisine o kelâm yabancı gelir. O grup bütünüyle küfür ve dalâlete dalmış olan perdelilerdir. Bâzılarının parça hâtırına gelir ve onların derinliklerinde o tarafın coşkusu ve hevesi başlar; ve onlar mü’minlerdir; ve bâzıları o kelâmı işittiğinde, o hal evvelden nasıl idi ise, yine öylece zâhir olur; ve bütünüyle perdeler kalkmış bulunur ve o asla ulaşırlar. Onlar da nebîler ve evliyâdır. Ashâbımıza vasiyet ederiz ki, ma’nâ gelinleri bâtında sizlere yüz gösterdiği ve sırlar açıldığı zaman, sakın, sakın yâr olmayana söylemeyiniz! “Hikmeti ehlinin gayrine vermeyiniz, [hikmete] zulmetmiş olursunuz; ve ehlinden men etmeyiniz, yine [hikmet ehline] zulmetmiş olursunuz.” Eğer sana bir mahbûb veyâ mahbûbe yânî sevgili gelip evinde saklansa ve “Beni kimseye gösterme, ben seninim” dese, onu pazarlarda dolaştırıp herkese hitâben: “Geliniz bu güzeli seyrediniz!” demek hiç revâ ve lâyık olur mu? Ve bu hâl sevgiliye hoş gelir mi? Elbette gelmez ve gönlü senden alt üst olup ürker ve yüzünü saklayıp gazab eder. Hak Teâlâ bu sözleri yâr olmayana harâm etmiştir. Nitekim cehennem ehli, cennet ehline hitâben bağırarak derler ki: “Hani sizin kereminiz ve mürüvvetiniz? Hak Teâlâ’nın size etmiş olduğu lütuflar ve bahşişlerden sadaka ve iltifat olarak bize de bir şey vermiş olsanız ne olur? Çünkü, mısra': Tercüme: “İkram sâhiplerinin kadehinden yerin de hissesi vardır.” Biz ateş içinde yanıp eriyoruz. O meyvelerden veyâ o saf ve berrak olan sulardan bir damlacık olsun bizim cânımıza dökseniz ne olur?” Nitekim Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’da hikâye buyrulmuştur: (7/A’RÂF-50) “Ve nâdâ ashâbun nâri ashâbel cenneti en efîdû aleynâ minel mâi ev mimmâ rezekakumullâhu, kâlû innallâhe harremehumâ alel kâfirîn.” Yânî “Ateş ehli, cennet ehline nidâ edip, bize cennetten su dökün ki içelim; yâhut Allah Teâlâ’nın size verdigi rızıktan verin ki yiyelim, diyeler. Cennet ehli onlara o yemek ve içeceği, Allah Teâlâ kâfirlere harâm etmiştir, diyeler.” Cennet böyle cevap verirler: Hak Teâlâ Hazretleri bunu size harâm etmiştir. Bu nîmetin tohumu dünyâ yurdunda idi, orada ekmediniz ve çalışmalar yapmadınız. O tohum da îmân ve sıdk ve sâlih amel idi. Mâdemki orada çalışmadınız ve ekmediniz, burada ne alacaksınız? Ve eğer biz ikrâm olarak size versek bile, mâdemki Hak Teâlâ, onu size haram kılmıştır, boğazınızı yakar ve boğazınızdan aşağıya gitmez; ve eğer keseye koyarsanız, o kese yırtılır, dökülür. Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.)in huzuruna münâfıklardan bir cemâat geldi; o anda ashâb-ı kirâm ilâhî sırları şerh ederler ve Mustafâ (s.a.v.)i medhederler idi. Hz. Peygamber işâret yolu ile ashâb-ı kirâma: “Bardaklarınızın ve kâselerinizin ve testilerinizin ağızlarını örtunüz; zîrâ temiz olmayan ve zehirli bir hayvan vardır; olmıya ki bardaklarınızın içine düşsün ve bilmeyerek o bardaktan su içesiniz ve size zarar erişe” buyurdu. Ve bu sûret ile onlara “Yâr olmayandan hikmeti saklayınız ve ağızlarınızı ve dillerinizi yâr olmayanların yanında bağlayınız ki, onlar fârelerdir ve bu hikmet ve nîmete lâyık değillerdir” ma’nâsını beyân buyurdu.
Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular:
Huzûrumuzdan dışarıya çıkan o emîr, gerçi sözümüzü ayrıntılarıyla anlamadı; fakat özet olarak bizim kendisini Hakk’a dâvet ettiğimizi bildi. Onun niyâzını ve baş sallamasını ve sevgi ve aşkını, anlaması makâmında tutarız. Nihâyet şehre gelen bir köylü, ezânı işittiği zaman, her ne kadar ezânın ma’nâsını ayrıntılı olarak bilmezse de, kastedileni anlar.