Onyedinci Fasıl Emîr Pervâne bana: “Asıl olan ameldir” dedi. Ona cevâben dedim ki:

Her kim ki mahbûbdur yânî muhabbet edilendir, güzeldir. Bunun aksi olmaz. Fakat her güzelin mahbûb olması lâzım gelmez. Güzellik mahbûb oluşun parçasıdır; ve mahbûbluk ise bir asıldır. Mahbûb oluş olunca, elbet güzellik de olur. Bir şeyin parçası, bütününden ayrı olmaz ve bütüne bitişik olur. Mecnûn’un zamânında Leylâ’dan daha güzel güzeller yok mu idi? Fakat Mecnûn’un mahbûbu değil idiler.

Mecnûn’a dediler ki: “Leylâ’dan daha güzeller vardır, sana getirelim.”

Mecnûn cevap verdi ki: “Sonuçta ben Leylâ’nın sûretine muhabbet etmiyorum ve Leylâ sûret değildir. Benim elimde bir kadeh gibidir; ben o kadehten şarab içiyorum. Bundan dolayı ben ondan içtiğim şarâba âşıkım; oysa sizin bakışınız kadehedir. Şaraptan haberdâr değilsiniz. Eğer bana mücevherler ile süslenmiş altın kadeh getirseniz ve onun içinde sirke veyâ şarâbın gayri bir şey olsa, o benim ne işime yarar! İçinde şarab bulunan, eski ve kırık bir kabak, bana göre o kadehten ve onun gibi yüz kadehten daha âlâdır. Şarabı kadehten ayırmak için bir aşk ve bir şevk lâzımdır. Nitekim on günden beri bir şey yememiş olan bir aç ile, bir günde beş defa yemek yemiş olan bir tokun her ikisi de ekmeğe bakarlar. Tok olan kimse ekmeğin şeklini görür; aç ise cânın sûretini görür. Çünkü bu ekmek, kadeh gibi ve onun lezzeti de, içinde şarab gibidir; ve o şarabı, iştah ve şevk bakışının dışında bir bakış ile görmek mümkün değildir.”

Şimdi… Sûret görücü olmamak ve dünyâ yaşantısı içinde hep mâşûku seyretmek için, iştah ve şevk oluştur!

Bu halk kadehlere benzer; ve bu ilimler ve hünerler ve bilgiler, kadehin nakışları gibidir. Görmüyor musun ki, kadeh kırılınca o nakışlar kalmaz. Bundan dolayı iş, kadeh misâli olan beden kalıplarındaki şarabtadır; ve o şarabı gören ve içen kimse hakkında “vel bâkîyâtus sâlihâtu” (Meryem, 19/76) Yâni “Bakâ bulacak iyi ameller” buyrulmuştur.

Sorucunun, sorucu olması için iki önceliği tasavvur edip, zihninde dolaştırması lâzımdır. Birisi budur ki: “Ben bu söylediğimde hatâlıyım; bundan başka da bir şey vardır” diye kararlı olmalıdır.

İkincisi şudur ki: “Bundan âlâ ve bunun üstünde benim bilmediğim bir söz ve hikmet vardır” diye düşünmelidir.

Bundan dolayı “Sorunun ilmin yarısı” olduğu anlaşılmış oldu. İşte herkesin, yüzünü bir kimseye döndürmesi, bu sebeptendir; ve herkesin isteği Hak’dır; ve o ümît ile ömrünü harcar; fakat bu esnada bunların arasından isâbetli olanın kim olduğunu ve onun üzerinde pâdişâhın çevganından oluşan yaradan, bir iz olup olmadığını ayırmak lâzımdır; tâ ki o çevgana bir top ola ve birleyici buluna.

Gark olmuş birleyici o kimsedir ki, deryâ onda tasarruf eder ve onun deryâ üzerinde bir tasarrufu yoktur. Yüzen kimse ile, gark olan kimsenin her ikisi de deryâdadırlar; fakat gark olmuş olanı su götürür ve yüklenilmiş olandır; ve yüzen kimse ise kendi kuvvetinin taşıyıcısıdır ve kendi tercihi iledir. Bundan dolayı gark olmuş olandan çıkan her bir hareket ve her bir fiil ve sözler, o sudan oluşur, kendisinden değildir. Onun vücûdu ortada bir bahânedir. Meselâ duvardan bir ses işitirsen, bilirsin ki duvardan değildir; duvarı söyleten bir kimse vardır. İşte evliyâ da böyledir; ölmeden önce ölmüşler ve duvar hükmüne girmişlerdir; onlarda bir kıl ucu kadar varlık kalmamıştır. Hakk’ın kudret elinde bir kalkan gibidirler ve kalkanın hareketi kendinden değildir. İşte “Ene’l-Hakk yânî Ben Hakk’ım”ın ma’nâsı budur. Kalkan der ki, ben ortada yokum; hareket Hakk’ın elindendir. Bu kalkanı Hak görünüz ve Hak ile pençeleşmeyiniz! Çünkü böyle bir kimseye karşı haddini aşanlar, hakîkatte Hak’Ia savaşmışlardır ve kendilerini Hakk’a carpmışlardır.

Âdem devrinden bu ana kadar, onların başına neler geldiğini işittin. Bunlar Firavun ve Şeddâd ve Nemrûd ve Âd Kavmi ve Lût Kavmi ve Semud Kavmi ve sonu gelmeyen benzerleridir. Ve bâzısı nebîlerin sûretinde ve bâzısı da evliyâ sûretinde olarak, öyle bir kalkan, sürekli devrederek kıyamete kadar mevcûttur. Ta ki takvâ sâhipleri eşkiyadan ve düşmanlar dostlardan ayrılmış ola.

Şimdi her bir velî halk üzerinde delîldir; ve onlara olan bağlılıkları kadar halkın mertebe ve makâmları vardır. Ve “Onu gören beni görmüş, onu kasteden beni kastetmiş olur” sözü gereğince eğer düşmanlık ederse, Hakk’a düşmanlık etmiş olur; ve eğer dostluğa çalışırsa, Hakk’ın dostluğuna çalışmış olur. Hudâ’nın bendegânı, hadım ağaları gibi, Hakk’ın hareminin mahremleridir. Çünkü Hak Teâlâ varlık ve şehvet damarlarını ve hâinlik köklerini, onlardan bütünüyle kesip temiz kılmıştır. Şüphesiz âlemin efendisi olmuşlar, hakkında “Lâ yemessühû illel mutahherûn” (Vâkıa, 56/79) Yâni “Ona tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez” buyrulmuş olan, sırlara mahrem bulunmuşlardır.

Eğer en büyük azizlerin türbesine arka çevrilmiş ise, inkâr ve gafletten dolayı yapılmamıştır. Yüz onların tarafına dönüktür; çünkü bizim ağzımızdan çıkan o söz, onların tarafındandır. Eğer arka tene ve yüz, cana çevrilirse zarar vermez.

Benim bir huyum vardır ki, benden hiçbir kimsenin gönlünün kırılmasını istemem. Birtakım kimseler, semâ’ esnâsında kendilerini bana çarparlar ve yârânın bâzıları da onları menederler. O bana hoş gelmez; ve yüz def’a demişimdir ki, benim için kimseye bir şey söylemeyiniz; ben ondan râzıyım, o benden râzı. O dereceye kadar gözetirim ki, benim huzûruma gelen ahbâbın mahzun olmalarından korkarak, onunla meşgûl olsunlar diye şiir söylerim. O kadar terk ettiğim halde, yine şiir söylemek îcâb eder. Yoksa şiir nerede, ben nerede!… Vallâhi ki ben şiirden bizârım ve benim indimde şiirden daha kötü bir iş yoktur. Benim şiir söylemem ona benzer ki, bir kimse misâfirin arzûsuna uyarak elini işkembeye sokup yıkar! Mâdemki misâfirin, cânı işkembe çekmiştir, benim için bu lâzımdır. Nihâyet bir adam, falan şehirde halka hangi malların lâzım olduğuna ve ne gibi malların satın alındığına bakıp, o da isterse en aşağı mallardan olsun, hemen alışverişe dâhil olarak, onu satar.

Ben yanıma fazîlet sâhipleri, tahkîk ehlinden olanlar, âkıllı kişiler ve geleceğini bugünden düşünenler gelsinler de onlara nefîs ve garîb ve ince şeyler arz edeyim diye tahsîller ettim ve ilimlerde zahmetler çektim. Hak Teâlâ Hazretleri ise böyle murâd etti. Bütün o âlimleri burada topladı; ve o mesâîyi bu işle meşgûl olmam için sonuçlandırdı. Ne yapabilirim? Bizim vilâyetimizde, kavmimize göre şâirlikten daha ayıp bir iş yok idi Eğer biz de, kendi memleketimizde kalmış olsa idik, onların tabîatlarına uygun olarak yaşardık; ve ders okutmak ve kitaplar yazmak ve vaaz vermek ve zikir yapmak ve zühd ve zâhiri ameller ile meşgul olmak gibi, onların istediklerine çalışırdık.

Emîr Pervâne bana: “Asıl olan ameldir” dedi. Ona cevâben dedim ki:

Amel ve ameli talep eden nerededir ki, onlara amel göstereyim? Sen hâlen kelâmın tâlibisin, birşey dinleyeyim diye kulak tutmuşsun. Eğer söylemesem mahzun olursun. Amel taliplisi ol ki, ameli sana göstereyim. Biz âlemde, ameli göstermek için bir adam anyoruz. Amelin müşterisini bulmuyoruz, kelâmın müşterisini buluyoruz. Onun için kelâm ile meşgûluz. Sen mademki amel edici değilsin, ameli ne bilirsin? Ameli amel ile bilmek ve ilmi ilim ile ve sûreti sûret ile ve ma’nâyı da ma’nâ ile anlamak mümkündür. Mâdemki bu yolun yolcusu yoktur, bizim yolda ve amelde olduğumuzu nasıl bileceklerdir. Nihâyet bu amel, namaz ve oruç değildir; ve bunlar amelin sûretidir. Mânevi amel bâtındadır. Sonuçta, Âdem devrinden tâ Mustafâ (s.a.v.) devrine kadar, namaz ve oruç bu şekilde değil idi; oysa amel mevcût idi. Bundan dolayı bu şekil şart, amel değildir. Amel insânda bir ma’nâdır. Nitekim “Onda amel etti” dersin. Oysa orada amelin sûreti yoktur. Onda ancak bir ma’nâ vardır. Ve aynı şekilde “O adam filan şehirde amel edicidir” derler; sûretde birşey görmezler. Ona bağlantısı olan ameller vâsıtasıyla, amel edici derler. Bundan dolayı bu amel, halkın anladıkları şeyden başkadır. Onlar ameli, o görünenden ibârettir zannederler. Eğer münâfık bu amelin sûretini yerine getirirse, ona asla faydası olmaz; çünkü onda ma’nâ ve îmân doğruluğu yoktur. Her şeyin aslı hep sözdür. Senin sözden haberin yoktur. Onu değersiz görürsün; söz, amel ağacının meyvesidir; çünkü söz amelden doğar. Hak Teâlâ âlemi söz ile halketti. “Kün fe-yekûn yânî Ol dedi hemen oldu” yüce kelâmı buna şahittir; ve îmân gönüldedir. Eğer söz ile söylemezsen fayda vermez. Namaz ki fiildir, eğer Kur’ân okumaz isen geçerli olmaz. Ve sen şimdi, söz mûteber değildir deyip bu ifâdeni, yine söz ile olumsuzlaştırıyorsun. Eğer söz mûteber değilse, söz mûteber değildir, sözünü senden nasıl işitiyoruz? Sonuç olarak bunu da söz ile söylüyorsun.

Birisi Pîrin huzûrunda şu soruyu sordu: Biz hayır yaptığımız ve salih amel işledigimiz zaman Hak’dan ümîd-vâr olsak ve mükâfât umsak, acaba bize zarar verir mi, yoksa vermez mi?

Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

Eyvallah, ümîd etmek lâzımdır; ve îmân işte bu korku ve ümîttir. Birisi bana sordu ki: “Ümîd hoştur, fakat bu korku ne oluyor?” Ona şöyle cevâp verdim: Sen bana ümîtsiz bir korku ve korkusuz bir ümîd göster; ve mâdemki birbirlerinden ayrı değildirler, niçin sorarsın? Örneğin birisi buğday eker, elbette buğday cıkmasını ümîd eder; ve onun zımnında da, sakın bir manî ve bir âfet ortaya çıkmasın diye korku duyucu olur. Bundan dolayı anlaşıldı ki ümîd, korkusuz değildir; ve korkuyu ümîdsiz yâhut ümîdi korkusuz düşünmek asla mümkün değildir. Eğer ümîd-var olur ve mükâfâtı ve ihsânı umucu bulunursa, elbette o işte daha fazla istek ve çalışma ve gayret olur. Ve o ümîd etmek onun kanadıdır. Kanadı her ne kadar daha güçlü olursa, uçması da daha fazla olur. Ve eğer ümîdsiz olursa, tembel olup ondan bir iş ve tâat ortaya çıkmaz. Nitekim hasta, acı ilacı içip, on tane tatlı lezzeti terk eder. Eğer onda sıhhat ümîdi olmasa idi, o acı ilacı içmeye nasıl tahammül edebilirdi?

“İnsan konuşan hayvândır.” İnsan, hayvânlık ile konuşmadan oluşmuştur; işte o tarafı ile ki, hayvânlık onda dâimdir ve ayrılmaz. Onun konuşması da böyledir ve onda dâimdir. Her ne kadar zâhiren söz söylemese de, bâtında söyler, dâima konuşandır. Çamurla karışık bir sel gibidir. O sâf su, onun konuşmasıdır ve o bulanık çamur, onun hayvânlık tarafıdır. Ancak çamur o sâf suda geçicidir. Görmez misin ki, o çamurlar ve kalıplar gidip çürürler. Oysa iyi ve kötü onların konuşması ve hikâyesi ve ilimleri kalmıştır. Dil sâhibi, bütündür; onu gördüğünde, hepsini görmüş olursun. “Bütün avlar, yaban eşeğinin karnındadır.” (Bu mesel, birşeyin diğer şeyleri içine aldığını ifade etmek içindir.) Âlemin halkı onun parçasıdır ve o bütündür. Beyit:

Tercüme :

“Derviş’in parçası oldu bütün iyi ve kötü

Kim ki böyle olmaya, dervîş değildir.”

Şimdi… ne zaman ki bütün olan onu gördün, elbette bütün âlemi görmüş olursun; ve ondan sonra, her kimi görür isen, tekrar olur. Ve onların sözleri bütünün sözlerinde dahîldir. Ne zaman ki onların sözünü işitirsin, ondan sonra işittigin her söz tekrar olur. “Kim ki onu bir menzilde gördü, gûyâ ki her insânı ve her mekânı görmüş oldu.” Şiir:

Tercüme:

“Ey insan, sen ilâhî nâmenin nüshasısın.

Şâhın cemâlinin aynası sensin.

Alemde her ne varsa, senden hâriç değildir.

Dilediğin herşeyi kendinde ara; çünkü hepsi sensin.”