Onsekizinci Fasıl Ondan sonra, sana bizim ihsânımız ulaşır. (İzâ câe nasrullâhi)

Hz. Pîr’e hitâben nâib (Emîr Pervâne) şöyle dedi: Bundan evvel, kâfirler puta tapıp secde ederlerdi. Bu zamanda biz de öyle yapıyoruz ve gidip Moğol Tatarlarına secdeler ediyoruz ve sonra da kendimizi müslüman biliyoruz; ve bâtınımızda hırs ve hased ve hevâ gibi bu kadar başka putlar da vardır ve biz bunların hepsine itaât ediciyiz. Bundan dolayı zâhiren ve bâtınen biz de aynı işi yapıyoruz; ve bununla beraber kendimizi müslüman biliyoruz. Hz. Pîr cevâben buyurdular:

Burada başka bir şey vardır. Mâdemki bunun fenâ ve hoş olmayan bir şey olduğu hâtırınıza geliyor, elbette sizin kalb gözünüz benzersiz ve niteliksiz azîm bir şey görmüştür ki, onu fenâ görüyor. Çünkü acı su ile tatlı suyu gören ve içen kimse bilir. Çünkü eşya zıtlar ile belli olur. Bundan dolayı Hak Teâlâ cânınıza imân nurunu koymuştur. Bu işleri fenâ görür ve nihâyet latîf oluşu karşısında bunu, fenâ görür. Eğer böyle olmasa, başkalarında bu dert niçin yoktur? Onlar bulundukları hâl içinde mutludurlar; asıl iş budur derler. Hak Teâlâ size isteğinizi ihsân eder ve himmetinizin eriştiği makâmı lütuf kılar; çünkü “Kuş, kanatlarıyla uçar, mü’min ise himmet ile uçar.”

Mahlûklar üç sınıftır:

Bir kısmı meleklerdir ki, onlar sırf akıldırlar. Onların tâati ve ibâdeti ve zikri ve tabîatları ve gıdâları ve yemekleri hayatlarıdır. Örneğin suda balıkların hayâtı sudandır; yatağı ve yastığı hep sudur. Onlar hakkında bunlar külfet değildir. Çünkü şehvetten soyutlanmış ve pâkdırlar. Bundan dolayı eğer o pâk olup, aslâ şehvete tâbî değil ise, yahut nefsi sebebiyle hevâya meyl etmez ise, bir hüner mi olur? Çünkü bunlardan pâktır ve onun asla mücâhedesi yoktur. Eğer itâat ederse, onu itâat etmiş saymazlar; çünkü onun tabîatı odur ve onsuz olamaz. Ve diğer sınıf hayvanlardır ki, onlar sırf şehvettirler. Mâni olan akılları olmadığından, onlara teklîf olmamıştır. Kaldı, akıl ve şehvetten oluşmuş olan miskin insâni… Onun [yarısı melek,] yarısı hayvân ve yarısı yılan ve yarısı balıktır. Balıklığı su tarafına ve yılanlığı toprak tarafına çeker. Çekişme ve kavga içindedir. “Aklı şehvetine gâlib olan kimse meleklerden âlâdır; ve şehveti aklına gâlib olan kimse de hayvanlardan aşağıdır. Şiir: Tercüme: İlim ile buldu melek gelişim

Cehl ile oldu hayvanlar peydâ

İlim ile cehl arasında hayrân

Kaldı da şaştı zavallı insân.”

Şimdi, insânilerden bâzıları akla o kadar tâbî oldular ki, bütünüyle melek ve sırf nûr oldular. Onlar, nebîler ve evliyâlardır; ve korku ve ümîtten kurtulmuşlardır. Nitekim Kurânı Mecidde beyân buyruluyor: “lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” (Yûnus, 10/62) yânî “…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de”.

Bâzılarının ise akıllarına şehvet gâlib olduğundan, sonuçta bütünüyle hayvân hükmünü kazandılar. Ve bâzıları iki arada çekişmede kaldılar; ve onlar o topluluktur ki, içlerinde bir dert ve sıkıntı ve hasret ve feryâtlar ortaya çıkar ve yaşayışlarından râzı değildirler. Bunlar mü’minlerdir. Evliyâ onları kendi menzillerine eriştirmek ve kendileri gibi yapmak için onları gözleyicidirler. Ve şeytanlar da onları aşağıların aşağısına, kendi taraflarına çekmek için tetiktedirler. Şiir: Tercüme: “Biz çağırıyoruz,

başkaları da çağırıyorlar;

bakalım baht kimindir

ve kime yâr olacaktır.”

“İzâ câe nasrullâhi” (Nasr, 110/1) Yânî “Allah’ın yardımı gelince.”

Zâhiri tefsirciler bu yön ile tefsir ederler ki: Mustafâ (s.a.v.)in, âlemi müslüman etmek ve Hak yoluna getirmek için, himmetleri var idi. Ne zaman ki vefât edeceğini gördü, dedi: “Ah, ömrüm vefâ etmedi ki halkı dâvet edeyim.” Hak Teâlâ buyurdu: “Hemen senin asker ve kılıç ile feth edip terk ettiğin vilâyetlerin ve şehirlerin, hepsini askersiz, itaâtkâr ve mü’min kılayım; ve işte onun alâmeti bu olsun ki, senin vefâtın yakın olduğu zaman, halkın uzaklardan topluluklar hâlinde gelip müslüman olduklarını göresin. Bu alâmet ortaya çıktığında göçme zamanının eriştiğini bil! Şimdi tesbîh et ve istiğfâr et ki, o makâma geleceksin! Fakat tahkîk ehli ise şöyle derler: Onun ma’nâsı budur ki, insân kötülenmiş vasıfları, kendi ameli ve gayreti ile kendisinden uzaklaştırdığını zanneder. Ne zaman ki bir çok mücâhede eder ve kuvvetlerini ve mesâîsini harcadıktan sonra artık ümîtsiz kalır; Hak Teâlâ ona der ki: Sen onun kuvvet ve fiil ve amelin ile olacağını zannettin; o benim koyduğum bir âdettir; yâni sâhip olduğun şeyi, bizim yolumuzda harca; ondan sonra, sana bizim ihsânımız ulaşır. Bu sonu olmayan yolda, bu zayıf olan el ve ayak ile seyretmeni emrediyorum. Bu zayıf ayak ile ve belki yüzbin ayak ile bu yoldan bir menzilin kat’ olunamayacağı bizce bilinir. Ancak ne zaman ki kudret ve tâkatın olduğu halde, yola giresin ve düşüp artık tâkatın kalmaya; ondan sonra Hakk’ın yardımı imdâdına yetişir. Nitekim çocuk süt emer bir halde bulundukça, onu gözetirler; ve büyüdüğü zaman onu kendi haline terk ederler; o gider. Şimdi… mâdemki kuvvetlerin kalmadı ve mesâîlerin dökülüp kaldı; ve bu kuvvetlerin olduğu ve bu mücahedeleri yaptığın zaman, uyku veyâ uyânıklık halinde sana bir lütuf gösterir idik. Sen de bizim talebimizde güçlü ve ümîtli olur idin. O âletin kalmadığı bu saatte bölük bölük sana yönelmiş olan verdiklerimizi ve lütuflarımızı ve yardımlarımızı görüyorsun. Oysa yüzbin mesâî ile bu lütuflardan bir zerre göremezdin. Şimdi “Fe sebbih bi hamdi rabbike vestagfirh” (Nasr, 110/3) Yânî “Hemen Rabb’ini hamd ile tesbîh ve tenzîh et!” Yâni “Sen zannettin ki, o iş senin elinden ve ayağından ortaya çıkacaktır ve onu bizden görmedin. Şimdi mâdemki bizden olduğunu müşâhede ettin, bu fikir ve zandan istiğfâr et! “İnnehu kâne tevvâbâ” (Nasr, 110/3) Yânî “Çünkü O, tövbeleri fazlaca kabûl edendir.”

Bizim Emîr’e (Muîneddin Pervâne’ye) olan muhabbetimiz dünyâ için ve onun terbiyesi ve ilim ve ameli için değildir. Başkaları bunun için severler; halbuki Emîr’in yüzünü görmezler, arkasını görürler. Emîr ayna gibidir; ve bu sıfatlar, aynanın arkasına konulmuş kıymetli inciler gibidir. Altına ve elmasa âşık olanların bakışları, aynanın arkasınadır. Aynaya âşık olanların bakışları ise inciye ve altına değildir. Onlar yüzlerini dâimâ aynaya çevirmişlerdir. Aynayı aynalığı için severler. Çünkü aynada güzel bir cemâl görürler. Aynadan usanmazlar; fakat yüzü çirkin ve kusurlu olan kimse, aynada çirkinlik görür; hemen aynayı çevirir ve o mücevherin tâlibi olur. Şimdi aynanın arkasına bin nakış yapıp mücevher koysalar, aynanın yüzüne ne ziyânı vardır? Eşyâ zıddı ile belli olduğundan, bir şeyin târifi, onun zıddı olmaksızın mümkün değildir. Hak Teâlâ Hazretleri “Ben gizli bir hazîne idim, bilinmekliğe muhabbet ettim” buyurur. Oysa kendisinin zıddı olmadığından nûrunun açığa çıkması için karanlıktan ibâret olan bu âlemi halketti.

“Sıfatlarımla halkıma çık” yüce kelâmında işâret olunduğu yön ile, böylece nebîleri ve evliyâyı ortaya çıkardı; ve dostun düşmandan ve mahremin nâmahremden ayrılması için, onlar Hakk’ın nûrunun görünme yeri olmuşlardır. Çünkü o ma’nâ için, ma’nâ yönünden zıt yoktur; ancak sûret yoluyla zıt vardır. Nitekim Âdem (a.s.)ın karşısında İblîs, ve Mûsâ (a.s)a karşı Firavun; ve İbrâhîm (a.s)a karşı Nemrûd; ve Mustafâ (s.a.v)e karşı da Ebû Cehil var idi; ve sonu olmayan bir şekilde böyle sûrette zıtlar vardır. Şimdi her ne kadar ma’nâda zıt yok ise de, Hak Teâlâ sûrette evliyâsına zıt peydâ eder. Onlar ne kadar zıt oluş açığa çıkarırlarsa, onların işi yükselir ve şöhreti âfâkı kaplamış olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Yurîdûne li utfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn” (Saff, 61/8) Yüce ma’nâsı: “Onlar Allah Teâlâ Hazretlerinin nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler her ne kadar onu fenâ görürlerse de, Allah Teâlâ nûrunu tamamlayıcıdır.” Şiir:

Nazım olarak tercüme: “Ay saçar nûrunu, it av’avada

Aya bundan ne ziyân var, köpeğin huyu bu.

Kazanmakta gökyüzü erkânı aydan nûr,

Kim olur ki o köpek, yerde bulut olsun o.”

Çok kimseler vardır ki, Hak Teâlâ onlara nîmet ve mevkî ile azâb eder; ve onların cânı, ondan kaçıcıdır. Fakîrin birisi Arab vilâyetinde emîr görüp, onun alnında, nebîlerin ve evliyânın nûrunu müşahede ederek “Kullarını nimetleriyle azâblandıran Hak Teâlâ’yı tenzîh ederim” dedi.