Birinci Fasıl “Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak kâfirler kavmi ümîdsizdirler.”

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz: “Âlimlerin şerlisi emîrlerin ziyâretine gidenler ve emîrlerin hayırlısı âlimleri ziyâret edenlerdir. Fakirin kapısına giden emîr ne güzel emîrdir; ve emîrin kapısına giden fakîr ne fenâ fakîrdir!” buyurmuşlardır. Halk bu hadîs-i şerîfin zâhirini alıp, âlimlerin şerlilerinden olmamak için, bir âlimin, emîrin ziyâretine gitmesinin doğru olmadığını söylerler. Oysa bu yüksek sözün mübârek ma’nâsı onların zannettikleri gibi değildir; ve belki onun ma’nâsı budur ki: Âlimlerin şerlisi emîrlerden yardım bekleyen ve salâh ve sedâdı emîrler vâsıtasıyla olan ve onların korkusundan salâha çalışan kimsedir, ve onun emîrleri ziyâret konusunda oluşturduğu niyet, emîrlerin kendisine ihsân ve hürmet etmesi ve mevkî vermesidir. Bundan dolayı o âlim, emîrler sebebiyle salâh kazanır ve cahillikten ilme gider; ve âlim olunca onların siyâseti korkusundan edepli olur; ve ister istemez uygun yol üzerinde yürür. Gerek emîr, görünüşte onun ziyâretine gelsin ve gerek o, emîrin ziyâretine gitsin, her hâlükârda o, emîrin ziyâret edicisi ve emîr, onun ziyâret ettiği olur. Velâkin bir âlim, emîrler sebebiyle ilim ile vasıflanmayıp, belki onun ilmi başından sonuna Hak Teâlâ Hazretleri için olmuş olursa, gidişi ve çalışması sevâb yolu üzerine olur.

Çünkü onun karakteri ancak budur. Balıklar sudan başka bir yerde yaşayamadıkları gibi, o âlim de o yoldan başkasına kâdir olamaz; ve ondan o hal açığa çıkar. Böyle bir âlimin aklı tedbirli ve koruyucu olur. Çünkü onun zamanında bütün halk gerek bilsinler, gerek bilmesinler, heybetinden korunmuş olup yansıyan ışığından yardım isterler. Eğer böyle bir âlim görünüşte emîrin ziyâretine gitse bile, emîr ziyâret edici ve o âlim ziyâret edilen olur. Çünkü bütün hâllerde emîr ondan faydalanır ve yardım görür. Ve o âlim ise, emîrden ganîdir; güneş gibi nûr bahşedicidir; işi lütûf ve bahşiştir. Yol üzerinde bulunan sıradan taşları la’l ve yâkut ve inci ve mercan eder; ve topraktan olan dağları altın, gümüş, bakır ve demir mâdenlerinin kaynağı kılar; ve topraklara taze çimen ve ağaçlara türlu türlü meyveler bahşeder. Onun hâli lütûf ve bahşiştir. Verir, almaz; mübârek hâli arabların şu: “Biz vermeyi öğrendik, almayı öğrenmedik” atasözünün tasdikçisidir. Böyle olunca her bir halde onlar ziyâret edilen ve emîr ziyâret eden olurlar.

Söylediğim bahisle ilişkisi olmamakla beraber, hatırıma az sonra söyleyeceğim ayet-i kerîmeyi tefsir etmek keyfiyyeti geldi. Mademki böyle bir hatıra oldu söyleyivereyim, o da bulunsun. Hak Teâlâ (c.c.) buyurur: “Yâ eyyuhen nebiyyu kul li men fî eydîkum minel esrâ in ya’lemillâhu fî kulûbikum hayren yu’tikum hayren mimmâ uhıze minkum ve yagfirlekum, vallâhu gafûrun rahîm”(Enfâl, 8/70) Yüksek ma’nâsı: “Ey benim nebiyy-i zî-şânım! Esirlerden elinizde olanlara de ki: Eğer Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde kalblerinizde hayır ve îmân varsa, sizden alınan fidyeden hayırlısını, size verir ve günahlarınızı örter; Allah Teâlâ Gafûr ve Rahîm’dir.” Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi bu idi ki: Mustafâ (salavâtullâhi aleyh) kâfirleri mağlûb edip öldürmüş ve mallarını almış ve birçok da esîr alıp, ellerini ve ayaklarını bağlayarak getirmiş idi. Esîrleri arasında amcaları Abbas (r.a.) bulunuyor idi. Onlar bütün gece bağlı ve acz ve zelillik ve sefâlet içinde ağlarlardı; ve artık kendilerinden ümîdlerini kesip kılıcı ve öldürülmeyi bekliyor idiler; ve Mustafâ (a.s.v.) Efendimiz, onların hallerine bakıp güldü.

Esîrler birbirlerine dediler: “Görüyor musunuz, onda beşeriyyet vardır. Bende beşeriyyet sıfatı yoktur diye iddia etmesi hakîkate terstir. İşte bizi bu bağ ve zincirler içinde, kendisine esîr olmuş bir halde gördüğünden dolayı, nefsânî olan kimseler, düşmanlarına zafer bulup onları kendilerinin mahkûmu gördükleri zaman, nasıl sevinçle şevke gelirler ise, bu da öylece seviniyor.”

Mustafâ (salavâtullâhi aleyh) Efendimiz, onların niyetlerine vâkıf olup buyurdu: “Hâşâ! Ben düşmanları kendimin mahkûmu gördüğüm veyâ onları ziyanda müşâhede ettiğim için gülmüyorum. Ben ondan dolayı seviniyor ve o sebeble gülüyorum ki, bir kavmi, külhandan ve cehennemden ve kara dumanlıklar içinden halkalar ve zincirler ile çeke çeke zorla cennet ve rıdvân tarafına götürdüğümü ve oysa onların: Bizi tehlikeli yerden o gülistan ve emin yere niçin çekiyorsun? diye figânlar ve çatışan bir topluluk olduklarını sır gözüyle görüyorum; işte bu sebeble beni gülme tutuyor. Bununla beraber sizde benim dedigimi anlayacak ve açıkça görecek anlayış ve görüş açısı, henüz oluşmadığından, Hak Teâlâ Hazretleri bana emir buyuruyor ki: “Bu esîrlere söyle ki, ilk önce siz, askerler toplandınız ve kendi büyüklüğünüze ve mertlik ve yiğitliğinize ve çokluğunuza tam bir güven gösterdiniz; ve kendi kendinize biz, böyle yapalım ve müslümanları şöyle bozguna uğratalım ve maglub edelim” dediniz ve kudretinizin üstünde sizden daha güçlü olabilecek görmediniz; ve kendi kahrınızın üstünde bir kahır olduğunu bilmediniz. Ancak her ne tedbîr eylediniz ise, bütün onun aksi gerçekleşti; korku içinde kalmış olduğunuz şu zamanda, yine o illetten tevbe ve dönmemiş olduğunuzdan, ümitsiz oldunuz; ve kendinizin üstünde bir gücü olabilecek görmüyorsunuz. Şimdi beni kuvvet ve büyüklük hâli içinde görüp, kendinizi benim mahkûmum bildiniz; işler kolay olur ve korku hâli içinde benden ümidinizi kesmeyiniz; çünkü sizi bu korkudan kurtarmaya ve emîn etmeye gücüm yeter. Beyaz öküzden siyah öküz çıkarmaya gücü yeten kimse, siyah öküzden beyaz çıkarmaya da gücü yetendir. Çünkü “Tûlicul leyle fîn nehâri ve tûlicun nehâra fîl leyli, ve tuhricul hayya minel meyyiti ve tuhricul meyyite minel hayy” (Al-i İmrân, 3/27) Mübârek ma’nâsı: “Allah Zü’l-Celâl Hazretleri geceyi gündüze ve gündüzü geceye sokar; ve ölüden diri ve diriden ölü çıkarır.” şimdi bu esâret hâli içinde hazretimden ümidinizi kesmeyiniz. Ta ki sizin yardım ediciniz olayım. Çünkü “innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmul kâfirûn” (Yusuf, 12/87) Yâni “Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak kâfirler kavmi ümîdsizdirler.” Ve şimdi Hak Teâlâ Hazretleri buyurur ki: “Ey esîrler! Eğer önceki yolunuzdan döner ve korku ve ümidde beni görür ve şu içinde bulundugunuz halde, kendinizi benim kahrımın mahkûmu olarak müşâhede ederseniz, sizi bu korkudan kurtarırım. Sizin yağma ve telef edilen malınızı belki katıyla ve ondan daha iyisini yine size veririm; ve sizi affedip, dünyâ devletine âhiret devletini de yakın kılarım.”

Abbâs (r.a.) dedi ki: “Tövbe ettim ve önceki hâlimden döndüm.”

Mustafâ (a.s) buyurdu ki: “Bu ettiğin iddiaya Hak Teâlâ senden delîl istiyor.” Şiir:

Tercüme: “Aşk dâvasında bulunmak kolaydır; lâkin o dâvâya delîl ve isbat vâsıtası ister.”

Abbâs (r.a.) dedi: “Bismillah, ne emir buyuruyor ve nasıl delîl talep ediyorsun?”

Cenâb-ı Risâlet-penâh buyurdular ki: “Eğer müslüman olmuş isen ve İslâm’ın kuvvetini arzû ediyor isen, sende olan mallardan bir kısmını İslâm askerine dağıt ki, İslâm askeri kuvvet bulsun.”

Abbâs (r.a.) dedi: “Ya Resûlallah; benim neyim kalmıştır? Hepsini yağma etmişler ve bir eski hasır bırakmamışlardır.

Resûl (a.s.v.) Efendimiz buyurdular ki: “İşte gördün mü? Sıdk üzere olmadın ve önceki hâlinden dönmedin. Ne kadar malın olduğunu ve nereye sakladığını ve kime emânet ettiğini ve nereye gömdüğünü söyliyeyim mi?”

Abbâs: “Hâşâ” dedi.

Cenâb-ı Peygamber buyurdu: “Senin şu kadar belirli mâlın vardır; onu vâlidene emânet edip, filan yere gömdün; ve vâlidene vasiyet edip dedin ki: Eğer geri dönersem, bana malımı, iâde edersin; ve eğer geri dönmezsem şu kadarını filan işe harcarsın ve bu kadarını filâna verirsin ve şu kadarı da senin olur.” Ne zaman ki Abbâs (r.a.) bunu işitti, parmağını kaldırıp tam bir sıdk ile îmân etti ve dedi: “Ey Peygamber! Ben kendimce zannettim ki geçmişteki melîklerden Hâmân ve Şeddâd ve Nemrûd ve diğerleri gibi, feleğin devrinden sana bir ikbâl teveccüh etmiştir. Bunu buyurduğun zaman anladım ki, bu ikbâl bâtınî ve ilâhî ve rabbânîdir.”

Mustafâ (s.a.v.) buyurdu: “Doğru söyledin, bu defa batnında olan şüphe kuşağını kopardığını işittim; ve onun sadâsı, benim kulağıma ulaştı. Benim cânın aynı gizli bir kulağım vardır. Her kim şüphe ve küfür kuşağını parçalarsa, ben onu gizli kulağım ile işitirim ve onun koparılmasının sesi benim cânımın kulağına erişir. Şimdi senin sıdkın ve îmân getirmen, hakîkattir.

Bu tefsîri Emîr Pervâne’ye onun için söyledim ki, sen önce “Kendimi ve aklımı ve görüşlerimi ve tedbîrimi İslâm’ın devamlılığı ve yayılması amacına fedâ edeyim tâ ki İslâm kalıcı olsun” diyerek müslümanlara siper olmuş idin. Ne zaman ki kendi görüşünü beğendin ve Hakk’ı görmedin ve her şeyi Hak’dan bilmedin, şimdi Hak Teâlâ o sebebin aynını ve o amaç için çalışma kemâlini İslâm’ı noksanlaştıran sebep kıldı. Çünkü sen Tatarlar ile bir olup, Şamlıları ve Mısırlıları’ı mahvetmek ve İslâm vilâyetini harâb etmek için yardım ettin. İslâm’ın devamlılığına âit olan o sebebi, Hak Teâlâ İslâm’ı noksanlaştıran sebep eyledi. Şimdi, bu halde yüzünü korku mahalli olan Hakk’a çevir ve ihlâs arz eyle ki seni bu fenâ hâlden, yâni korkudan, kurtarsın; ve her ne kadar seni öyle bir itaatten böyle bir itaatsizliğe atmış ise de, Hak’dan ümid kesme! O itaati sen kendinden gördün, onun için bu itaatsizliğe düştün. Şimdi bu itaatsizlik içinde dahi ümîdini kesme ve tevâzu ile yalvar ki ki, o itaattan itaatsizlik çıkaran Hak Teâlâ, bu itaatsizlikten de itaat çıkarmaya ve sana tövbeyi kolaylaştırıp, senin yine müslümanların çoğalmasına çalışman ve müslümanlığa yardımcı olman için sebepleri hazırlamaya gücü yetendir. Ümîdini kesme ki, Hak Teâlâ “innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmul kâfirûn” (Yusuf, 12/87) Yâni “Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak kâfirler kavmi ümîdsizdirler.”

İşte benim amacım bu idi. Tâ ki o bunu anlasın ve bu halde sadakalar versin ve tevâzu ile yalvarsın. Çünkü emîr, yüksek hâlden alçak hâle düşmüştü. Bu alçaklık hâli içinde ümîd-vâr olması lâzımdı. Hak Teâlâ Hazretleri mekr yâni hile yapıcıdır; güzel sûretler gösterir, fakat onun içinde fenâ sûretler olur. Ta ki bir adam, muhabbet edilen bir görüşte bulundum ve beğenilen fiil işledim diye mağrûr olmasın. Eğer ki herşey göründüğü gibi olsa idi, öyle nûrlanmış ve aydınlatan keskin bir bakış ile Nebiyy-i Zî-şanımız (s.a.v.) Efendimiz “Ey Allah’ım eşyâyı bize olduğu gibi göster!” buyurmazlardı. Güzel görürsün, halbuki hakîkatte, o çirkindir; çirkin görürsün halbuki hakîkatte o latîftir. Bundan dolayı Nebiyy-i Zî-şânımız Efendimiz, herşeyi bize nasıl ise öyle göster, tâ ki tuzağa düşmeyelim ve dâimâ şaşırmayalım, diye duâ etmiştir. Şimdi, gerçi senin görüşün muhabbet edilen ve aydınlıktır; velâkin o Nebiyy-i Zî-şânın görüşünden daha muhabbetli ve parlak değildir. O böyle söyledi. Sen de herbir düşünceye ve herbir görüşe güvenme, tevâzu sâhibi ve korkucu ol!

İşte benim amacım bu idi. Ve o bu âyet-i kerîmeyi ve bu tefsîri kendi görüş ve arzûsuna göre döndürdü. Oysa bizim asker sevk ettiğimiz bu sâatte kendi görüşümüze ve o askerlere güvenmemeliyiz. Ve eğer mağlûb olur isek, o korku ve çaresizlik içinde dahi O’ndan ümîdi kesmemelidir. Söz amacıma uygun gelme üzerine idi; ve amacım da bu söylediğimiz idi.