Bu okuyan kimse, Kur’ân’ı doğru okuyor. Evet Kur’ân’ın sûretini doğru okuyor; fakat ma’nâsından habersizdir. Delîli budur ki, bulduğu ma’nâyı reddediyor; körlük ile okuyor. Örneğin bir adamın elinde bir kunduz vardır. Ondan daha güzel bir kunduz getiriyorlar, reddediyor. Şimdi anlaşıldı ki, kunduzu tanımıyor. Birisi ona, bu kunduzdur, demiştir, o da taklîden elinde muhafaza etmektedir. Bu, ceviz oynayan çocuklara benzer. Eğer onlara cevizin içini veyâhut yağını versen, reddederler; çünkü onlara göre ceviz “jağ jağ” diye ses veren şeydir. Oysa için sesi ve jağ jağ etmesi yoktur. Nihayet Hakk’ın hazîneleri ve âlemleri çoktur. Eğer Kur’ân’ı vâkıf olarak okuyorsa, Kur’ân’ın diğer yönlerini niçin reddediyor?
Kur’ân okuyanlardan birisine, Kur’ân’da olan şu: “Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ” (Kehf, 18/109) Yânî “De ki: Rabbi’min kelimelerini yazmak için bütün denizlerin suyu bir mürekkep olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilave etsek dahî, Rabbi’min kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir” âyet-i kerîmesini şöyle izâh ettim :
“Şimdi, elli dirhem mürekkep ile bu Kur’ân’ı yazmak mümkündür. Bu, Hudâ ilmine bir işârettir. Huda ilminin tamamı, sâdece bu değildir. Nitekim bir eczacı, bir kağıt parçası içine biraz ilaç koyar. Eczanedekilerin hepsi bunun içindedir der misin? Bu ahmaklık olur. Sonuçta Mûsâ ve Îsâ (a.s.)ın zamanlarında Kur’ân vardı ve ilâhî kelâm mevcûttu; ancak Arapça değil idi.” İşte bu izâhı yaptığım halde o mukrîye yânî Kur’an-ı Kerimi kaîdelerine uygun okuyana te’sir etmedi; onu kendi hâline terk ettim. Rivâyet olundu ki, Resûl (a.s.) zamanında sahâbeden her kim bir ve yâhut yarım sûre ezberlese idi, ezberinde bir sûre vardır diye onu büyük görürler ve parmakla gösterirlerdi. Bunun sebebi o idi ki, onlar Kur’ân’ı yerler idi. Bir kimsenin altı veyâ oniki batman ekmek yemesi elbette çok büyük bir haldir; ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra çıkarmak şartıyla bin eşek yükü ekmek yemek mümkündür. Sonuçta “Çok Kur’ân okuyanlar vardır ki, Kur’ân onlara lânet eder” sözü ulaşmıştır. Şimdi bu Kur’ân’ın ma’nâsına vâkıf olmayan kimseler hakkındadır. Ancak bu da hikmete dayandığından, hayırdır.
Dünyâyı mâmur etmeleri için, Hak Teâlâ, bir kavmin gözlerini gafletle bağladı. Eğer bir kısmını gafil kılmasa, hiçbir âlem mâmur olmaz. Gaflet, mâmurluklara sebeptir. Sonuçta çocuk gafletten büyür; aklı olgunluğa erişince, artık büyümez olur. Bundan dolayı mâmurluğun sebep ve icâb ettiricisi gaflettir; ve harablığın sebebi de akıllık ve uyanıklıktır. İşte bu benim söylediğim ikiden hâriç değildir. Ya hasede binâen söylüyorum veyâ şefkate dayanarak söylüyorum. Hâşâ ki hased yüzünden ola. Kendisine hased edilen kimsenin hased etmesi boştur. Kıymeti olmayan bir şeyden ne çıkar? Kelâmım ancakaşk ile şefkat ve merhametin fazlalığındandır. Çünkü azîz olan dostlarımı ma’nâ tarafına çekmek isterim. Hikâye: Rivâyet edilmiştir ki, bir şahıs hac yolunda bir çöle düşmüş ve ona pek fazla susuzluk gâlib gelmişti. Uzaktan küçük ve eski bir çadır görüp oraya gitti. Bir câriye gördü. “Ben misâfirim, el-murâd!” diye seslendi; ve oraya nâzil olup oturdu; ve biraz su istedi. Ona su verdiler, içti. Verdikleri su ateşten daha sıcak, tuzdan daha acı idi. Dudaklarını ve ağzını ve geçtiği yerleri yaktı. Bu adam, şefkatinin kemâlinden o kadına nasîhate başlayıp dedi ki: “Sizin yüzünüzden bulduğum rahat kadar, sizin benim üzerimde hakkınız oldu. Şefkatim coştu. Söyleyeceğime dikkat ediniz; işte Bağdat ve Kûfe ve Vâsıt ve diğer büyük şehirler yakındır. Her ne kadar fakirlik belâsına düşmüş iseniz de, düşe kalka oraya ulaşmanız mümkündür. Çünkü orada tatlı ve soğuk sular çoktur.” Sonuç olarak o şehrin türlü türlü yiyeceklerini ve nîmetlerini ve lezzetlerini saydı. Biraz sonra, onun kocası arab geldi; birkaç tane çöl fâresi tutmuştu. Kadına onları pişirmesini emretti ve ondan biraz da misâfire verdiler. Misâfir iğrenerek ondan biraz yedi. Daha sonra gece yarısı, çadırın dışında yatıp uyudu. Kadın kocasına: “Hiç işittin mi ki o misâfir ne vasıflar anlattı?” deyip misafirin anlattıklarını tamamıyla kocasına anlattı. Arab dedi: “Ey karıcığım! sakın bunlara kulak asma, âlemde çok hasetçiler vardır; onlar bâzı kimselerin devlet ve rahattâ olduklarını gördükleri zaman, hased ederler ve onları oradan uzaklaştırmak ve devletten mahrûm etmek isterler.” Şimdi bu da böyledir.
Bir kimse şefkatinin sürüklemesiyle bir nasihat ettiği zaman, hasede yorarlar. Ancak kendisinde asıl bulunan veyâ kendisi asla mensûb olan kimse, ma’nâya yönelir. Çünkü, “elest günü”nde onun üzerine bir damla damlatmışlardır. O damla onu aslî deryâsına çeker. O bulanıklıklardan ve zahmetlerden kurtarır. Gel! bizden daha ne kadar uzak ve aldırmadan duracaksın ve bulanıklıklar ve sevdâlar arasında kalacaksın? Cinsini ne bir kimseden ve ne de kendi şeyhinden işitmemiş olan bir kavme bir kimse ne söz söyleyebilir? Şiir: Tercüme: “Hânumânında büyüklük yok ise bir kişinin,
Yâd olundukça büyüklerin adını dinleyemez.”
Olan hâle göre ma’nâya yönelmek ilk anda, o kadar latîf görünmez; fakat gittikçe daha fazla tatlı görünür. Sûret ise bunun tersinedir; önce latîf görünür, daha sonra o sûret ile her ne kadar fazla ülfet edersen soğursun. Kur’ân’ın sûreti nerede, ma’nâsı nerede! İnsâna bak gör ki, sûreti nerede, ma’nâsı nerede! Eğer o sûretten ma’nâ giderse, bir an bile evinde tutmazlar.
Mevlânâ Şemseddin Tebrîzî (k.s.) bir büyük kâfile ile bir yere gittiler. Bir kasaba ve su bulamadılar. Tesâdüfen önlerine kovasız bir kuyu çıktı. Bir bakraç getirdiler, ipleri bağladılar. Bu bakracı suya sarkıttılar, çektiler. Bakraç kopmuştu; başkasını sarkıttılar; o da koptu. Ondan sonra kâfileden birini iple bağlayıp kuyuya indirdiler, çıkmadı. Birkaç kişi indirdiler, onlar da böyle oldu. Orada akıllı bir kimse vardı. Ben giderim dedi. Onu indirdiler. Kuyunun dibine yaklaştığı zaman, bütün heybetiyle bir zenci göründü. Bu akıllı kendi kendine dedi ki: “Ben kurtulamayacağım bâri aklımı başıma toplayıp, kendimden geçmeyeyim, bakayım bana ne olacaktır?” O zenci ona dedi: “Sözü uzatma; sen benim esîrimsin. Ancak doğru cevap verdiğin zaman, kurtulabilirsin.” Akıllı: “Buyur!” dedi. Zenci: “Makâmlardan neresi daha âlâdır?” diye sordu. Akıllı kendi kendine: “Eğer Bağdat ve Semerkant veyâ diğerlerini söylesem, onun makâmını kötülemiş ve kaldırmış olurum” deyip; “Adamın alışmış olduğu ve ünsiyyet peydâ ettiği yer âlâdır; her ne kadar yerin dibi olsa da, yine o âlâdır; ve eğer fâre deliği bile olsa, daha hoştur” diye cevap verdi. Zenci dedi: “Bin âferin sana! İşte şimdi kurtuldun. Âlemde insân sen imişsin; şimdi ben seni bıraktım ve senin hürmetine diğerlerini de âzâd ettim. Bundan sonra hiçbir cinâyet işlemeyeyim, cihânın insanlarını senin muhabbetine bağışladım.” Daha sonra kâfiledekiler su içtiler. Şimdi bundan amaç bir ma’nâdır; yine bu ma’nâyı başka türlü ifâde etmek mümkündür; fakat taklitçiler, ancak nakşı zabt ederler Onlara söz söylemek zordur. Şimdi, yine bu sözü başka bir örnek içinde söylersen, dinlemezler.