Yirmibirinci Fasıl “Ben buna lâyık oldum” diye Hak Teâlâ’ya bin şükür etsin.

Gece gündüz kadının ahlâkını ıslâh etmeye tâlib olup, mücâdele edersin ve kadının kirini kendin ile temizlersin. Kendini onda temizlemek, onu kendinde temizlemekten âlâdır. Kendini onunla ıslâh et ve onun tarafına git! Her ne kadar sana göre o söz, boş ise de, onun dediğine râzı ol ve her ne kadar erkeklik vasfı ise de kıskançlığı terk et! Velâkin bu sebeple iyi vasıf, yânî kıskançlık, sende kötü vasıfları açığa çıkarır.

Bunun için Peygamber (a.s.) “İslâm’da ruhbâniyet yoktur” buyurdu. Ruhbanlar için halvet yolu ve dağlarda sâkin olmak ve kadın almamak ve dünyâyı terk etmek vardır. Hak Teâlâ (azze ve celle) ince bir yolu, Peygamber’e gizlice gösterdi; o da nedir? Cefâlarını çekmek ve onların muhâl şeylerini dinlemek ve onun üzerine çalışmak ve kendini ıslâh etmek için kadın almaktır.

“Ve inneke le alâ hulukın azîm” (Kâlem, 68/4) Yâni “Hiç şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin” âyet-i kerîmesinde, herkesin cefâsına katlanmak ve muhâl olan şeye tahammül etmek husûslarına işâret buyrulur. Sen ise, kirini onlara sürdün, oysa yüke tahammül etmek sebebiyle ahlâkın iyi olur; ve hafiflik ve cefâ etmek sebebiyle, onların ahlâkı kötü olur.

Mâdemki bunu bildin; kendini temizle ve onları bir elbise gibi bil! Çünkü onlar ile kirli hallerini temizleyip, pâk olursun. Ve eğer nefsine gâlip gelemiyor isen, aklen kendi kendine de ki: “Öyle düşünürüm ki, gûyâ bir nikâh gerçekleşmemiştir ve sanki umumhâneye mensûp bir sevgilidir. Şehvetim üstün geldiği zaman, onun yanına gidiyorum.” Bu düşüncenin arkasından, sana mücâhede ve tahammül lezzeti oluşuncaya ve onların muhâl şeylerinden sana haller görününceye kadar, bu yol ile kıskançlığı kendinden def’et! Sen kendi faydanı onda belirlenmiş gördükçe, ondan sonra bu düşünce olmaksızın, sen tahammül ve mücâhedenin irâde edicisi olur ve nefsinden intikâm alırsın. Rivâyet edilmiştir ki Peygamber (a.s.) ashâb-ı kirâm ile savaştan gelmiş idi. Buyurdular ki: “Davul çalınız, bu gece şehrin kapısında yatıp, yarın içeri girelim.” Yâ Resûlullah niçin böyle yapalım? Dediler. Buyurdular ki: “Belki eşlerinizi yabancı adamlarla bir arada görür ve üzülürsünüz ve fitne kopar.” Ashâbdan biri işittikten sonra, şehre girdi ve eşini bir nâ-mahrem ile ile buldu. Şimdi Peygamber (a.s) ın yolu, kıskançlığın def edilmesi yüzünden, zahmet çekmek ve kadının geçindirme ve giyim-kuşam zahmetine katlanmak ve yüz bin sıkıntı ve hadsiz zehir ve zorluğu tatmaktır. Bu sebeple, tâ ki Muhammedî âlem zâhir ola. Îsâ (a.s)ın yolu, mücâhede ve halvet ve şehvetten sakınmaktır; ve Muhammedî yolu ise, kadının ve erkeğin cefâ ve tasalarını çekmektir. Mâdemki Muhammedî yola gidemiyorsun, bâri Îsâ yoluna git; tâ ki büsbütün mahrûm olmayasın. Eğer bir safân olsa, yüz tokat yersin ve onun elemini ve netîcesini görürsün. Mâdemki buyurdukları, haber verdikleri gaybe inanıyorsun, bundan dolayı “Böyle bir şey vardır, bir müddet sabredeyim, haber verdikleri netîce sonuçta bana da gelir” de ki, ondan sonra göreceğini göresin; ve böylece gönlünü “Eğer ki, bu zahmetlerden şimdi benim bir faydam yoktur; fakat sonunda hazînelere kavuşacağım” düşünceleriyle meşgûl ettiğin zaman, hazînelere ve beklediğin ve ümît ettiğin şeyin daha fazlasına nâil olursun. Bu sözün şimdi te’sîri olmaz. İyice piştikten sonra, çok büyük te’sîri olur. Kadın nedir? Söylesen de, söylemesen de o, yine odur. Kendi bildiğinden şaşmaz; belki söylemekle daha beter olur. Örneğin bir ekmeği al ve koltuğunun altına koy ve herkesten saklayıp de ki: “Bunu hiç kimseye vermeyeceğim; ve vermemek ne kelime, hattâ göstermeyeceğim bile!” O ekmek her ne kadar kapıların önüne dökülmüş ve çokluğundan dolayı köpekler yememiş olsa bile, mâdemki böyle men’ etmeye giriştin, herkes rağbet eder ve o ekmeğin kaydına düşerler; ve istemeye ve olmazsa fenâlığa başlayıp: “O senin saklayıp, bizi görmekten men’ ettiğin ekmeği mutlaka göreceğiz” derler. Özellikle o ekmeği bir yıl yeninin içinde saklayıp vermemek ve göstermemek hususunda aşırıya kaçar ve üstelersen “insân, men’ edildigi şeye harîsdir” tasdik edilmiş sözüyle o ekmeğe olan rağbetleri, had ve ölçüyü aşar. Kadına her ne kadar örtünme ile emredersen, onda kendini göstermek arzusu daha fazla olur; ve onun saklanmasından halkın o kadına olan rağbeti, daha çok artar. Bundan dolayı sen, iki tarafın rağbetini şiddetlendirip duruyorsun; ve islâh işi yaptığını zannediyorsun. Oysa o yaptığın fesâtın aynıdır. Eğer o kadının cevheri kötü fiile istekli değilse, men’ etsen de, etmesen de o iyi ve pâk olan fıtratına göre hareket edecektir. Rahat ol ve karmakarışık olma! Ve eğer bunun aksine olursa, yine böylece kendi yoluna ve tabiatına göre hareket edecektir. Onu men’ etmek, rağbetin çoğalmasından başka bir şeye yaramaz. Bu adamlar Şemseddin Tebrîzî’yi hakîkat üzere gördüklerini beyanen: “Ey efendi biz onu gördük” derler. Ey kız kardeşi kahpe olan kimse, nerede gördün? Birisi dam üstündeki deveyi görmez; sonra ben iğne deliğini gördüm ve iplik geçirdim, der. Bana güzel olarak söyledikleri iki şeyden gülme gelir. Birisi, bir zencinin parmaklarının ucunu siyah renge boyaması ve diğeri de bir körün başını pencereden çıkarmasıdır. Onlar da bunun aynıdır. Kör olan derinlerinin ve bâtınlarının başını, cisim ve kalıp penceresinden çıkarırlar. Ne göreceklerdir? Onların beğenmesinden veyâ beğenmemesinden ne çıkar? Âkıl indinde, her ikisi de birdir. Mâdemki her ikisini de görmemişlerdir, boş söz söylerler. Görücülük peydâ etmek ve ondan sonra bakmak lâzımdır; ve görücülük oluştuğunda da, onları bulmadıkça nasıl görmek mümkün olur? Âlemde bu kadar nebîler ve ulaşmış evliyâ vardır; ve onların ötesinde diğer evliyâ da vardır ki onlar, Hakk’ın örtülmüşleridir. Ve bu evliyâ: “Ey azîmü’ş-şân olan Hudâ, örtülmüşlerinden bize birisini goster!” diye niyâz ederler. Onların murâdı olmadıkça, her ne kadar görücü göz olsa da, o evliyâyı görmek mümkün değildir. Genelevdeki fahişeler bile, kendilerini göstermedikçe, onlara bir kimse ulaşamaz ve göremez. Hakk’ın örtülmüşlerini, onların irâdeleri olmaksızın, nasıl görmek ve tanımak mümkün olur? Bu iş kolay değildir. Melekler âciz kalıp dediler ki: “ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke” (Bakara, 2/30) “Bizler hamdinle sana tesbîh ve seni takdîs edip dururken…” Biz bütünüyle pâk aşkız, rûhânîleriz ve sırf nûruz; ve âdemiler ise, bir avuç toprak ve aç gözlü “ve yesfikud dimâ” (Bakara, 2/30) “Kanlar dökecek” yâni kan dökücüdürler.

Şimdi, bunların hepsi, insânın kendince titreyici olması içindir. Çünkü ne malı ve ne makâmı ve ne de perdesi olmayıp, sırf nûr bulunan ve gıdâları Hakk’ın cemâli ve katıksız aşk ve ileriyi görücülük olan rûhâni melekler, keskin bakışları ile berâber, tasdik ve inkâr arasında idiler. Bu sebeple “Ben ne yapayım ve neresini bileyim?” diye kendi kendine titreyici olmalıdır. Ve eğer onun üzerine bir nûr yansır ve bir zevk yüz gösterirse, “Ben buna lâyık oldum” diye Hak Teâlâ’ya bin şükür etsin. Bu defâ siz, Mevlânâ Şemseddîn’in sözlerinden pek fazla zevk bulacaksınız. Çünkü insanın gemi gibi olan vücûdunun yelkeni inançtır. Yelken olunca, rüzgâr gemiyi uzak yerlere götürür; ve yelken olmadığı zaman, söz rüzgâr olur. Âşık ile ma’şûk hoştur; onların arasında tam bir teklifsizlik vardır. Bütün bu külfetler, gayr içindir. Aşkın gayrı olan her şey, ona haramdır. Bu sözü daha fazla izâh ederdim; fakat zamânı değildir. Gönül havuzuna ulaşmak için, toprağı çok kazmak ve kanallar açmak lâzımdır. Ancak dinleyenler bezgindirler; veyâ anlatan bezgindir, özür diler, yoksa dinleyiciden bezgin olmayan o anlatan, iki pula değmez. Âşık, hiç kimseye, ma’şûkun güzelliği üzerine delilden bahsedemez; ve hiç kimse âşıkın gönlünde ma’şûkun noksanına işâret eden bir delil getiremez. Şimdi burada delîlin işi olmadığı anlaşıldı. Burada aşk tâlibi olmak lâzımdır. Eğer beyitte ma’şûka hakkında mübâlağa edersen, o mübâlağa değildir. Ve mürîdin, kendi ma’nâsını, şeyhin sûretine harcadığını görüyoruz. Mısra': Tercüme: “Ey sûreti bin ma’nâdan daha hoş olan!”

Çünkü şeyhe gelen her mürîd ilk önce ma’nâ arzusuyla kıyâm eder ve şeyhe muhtâc olur.

Bahâeddin şu soruyu sordu: “Mürîd şeyhin sûreti için, kendi ma’nâsından geçmez, belki şeyhin ma’nâsı için kendi ma’nâsından geçer.”

Cenâb-ı Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

Böyle olması uygun değildir; o halde her ikisi şeyh olur. Bu bulanıklık ateşinden kurtulman ve emin olmak için, bâtınında bir nûr oluşturmaya çalışmalısın. Böyle bir nûr, mevkî ve emîrlik ve vezirlik gibi dünyaya âit olan âlem hallerinin derûnunda parlayıp, bir şimşek gibi geçen kimsenin bâtınında oluşur. Nitekim dünyâ ehli için Hak korkusu ve evliyâ âlemine şevk gibi, gayb âlemi halleri, öylece parlayıp, bir şimşek gibi geçer. Hak ehli bütünüyle Hudâ’ya mahsûs olmuşlar ve yüzlerini Hakk’a çevirmişlerdir ve Hakk’ta gark olmuşlardır. Dünyâ hevesleri, güçsüz şehvet gibi, yüz gösterir ve karâr etmez, geçer. Dünyâ ehli ise, âhiret hallerinde bunun aksinedir.