Yirmiikinci Fasıl Her kim acele eder ve işin başlangıcında abartırsa o iş ona kolaylaşmaz

Şerif talebeye söylüyor:

Tercüme: “Cihandan ganî olan o kudsî ni’metlendirici, herşeyin cânıdır.O ise candan ganîdir. O, senin vehminin ihâta ettiği her şeyin kıblesidir; ve ondan ganîdir.” Bu söz çok münâsebetsizdir. Ne şâhı ve ne de kendisini medh etmektedir. Ey adamcık, onun senden ganî olmasından sonuçta senin için ne zevk olur? Bu dostların hitâbı değildir ve olamaz; bu düşmanların hitâbıdır. Çünkü kendi düşmanına, “Benim seninle ilgim yoktur ve ganîyim” derler. Şimdi zevk hâlinde, “Ben senden ganîyim” diye ma’şûkundan kendisine hitâp ulaşan şu müslüman âşık sâlike bak! Bu ona benzer ki, külhanbeyinin birisi, külhanda oturmuş; “Sultanın ben külhancı ile ilgisi yoktur ve külhancıların hepsinden ganîdir” diyor. Bu külhancı adamcık için pâdişâhın ondan ilgisiz olmasında ne zevk olur? Evet söz külhancının “Ben külhanın damı üzerinde idim; sultan geçti, onu medh ettim; bana çok baktı; önümden geçerken bana bakmakta idi” demesi idi. Bu zevk verici bir söz olur; fakat “Pâdişâh külhancılardan ilgisizdir” sözü pâdişâh hakkında nasıl medh olur, ve bu söz bir külhancıya ne zevk verir? Ey adamcık, senin vehminden, uzaklıktan ve ayrılıktan başka ne geçecektir? İnsânlar bile senin halinden ve vehminden ganîdirler; ve eğer onlara vehminden bahs ve hikâye eder isen, usanıp kaçarlar. Senin vehmin nedir ki, Hak ondan ganî olmasın. Cenâb-ı Hakk’ın Ganî oluş âyeti ise kâfirler hakkında inmiştir. Hâşâ ki bu hitâp mü’minlere ola. Ey adamcık, O’nun ganî oluşu sabittir; ancak eğer senin bir şeye değen ve kıymeti olan bir hâlin olursa, izzetin kadar senden ganî olmaz.

Mahalle şeyhi dedi: “Önce müşâhede, daha sonra söylemek ve dinlemektir. Nitekim sultanı herkes görür; ancak has olan kimse, pâdişâhın konuştuğu kimsedir. Hz.Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

Bu fikir eğridir, edebsizdir ve terstir. Mûsâ (a.s.) söyledi ve dinledi ve görmek istedi. Kelâm makâmı, Mûsâ (a.s.)ın, görmek makâmı ise Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’indir. Bundan dolayı bu söz, nasıl doğru gelir? Bir kimse, sevgililerin sultânı Mevlânâ Şemseddin Tebrîzî hazretlerinin huzûrunda “Ben kat’i delîl ile Hakk’ın mevcût olduğunu ispât ederim” dedi. Ertesi sabah, Mevlânâ Şemseddin hazretleri buyurdular ki: “Dün gece melekler gelmişlerdi ve o adam hakkında: El-hamdülillah bizim Hudâ’mızı sâbit kıldı, ona Allah ömürler versin; âleme mensûp olanlar hakkında kusurlu etmedi” diye duâ ettiler. Ey âdemcik, Hak sâbittir, O’nun delîl nesine lâzım? Eğer bir iş görmek ister isen, O’nun huzûrunda kendine bir mertebe ve makâm isbât et! Ve yoksa O, senin delilin olmaksızın sâbittir. Nitekim işâret buyrulur: “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” (İsrâ, 17/ 44) Yânî “Mahlûkattan hiçbir şey yoktur, illâ Allah Teâlâ’ya hamd ile tesbîh ederler.”

Şüphe yoktur ki bu fakîhler, akıl ve zekâ sâhibidirler; ve on kimse hükmündedirler. Bağlı oldukları ilimde on görürler; ancak o âlem ile onların arasına “câizdir, câiz değildir” kâidesinin muhâfazası için bir duvar çekmişlerdir. Eğer o duvar onların perdesi olmasa onu hiç okumazlar ve o iş devre dışı kalır. Mevlânâyı Büzürg (Sultânu’l-Ulemâ hazretleri) buna benzer bir örnek buyurmuşlardır: O âlem bir deryâ gibidir. Bu âlem de bir köpük gibidir; ve Hak Teâlâ (azze ve celle) köpüğün ma’mûr olmasını murâd edip, bir grubu köpüğü ma’mûr etmeleri için, deryânın üstünde ikâme etti. Eğer onlar bununla meşgûl olmasalar, halk birbirini yokeder ve bu yüzden köpüğün harâp olması lâzım gelir. Şimdi pâdişâh için, kurdukları bir çadırın îmâl edilmesinde bir grubu meşgûl etti. Onlardan birisi der ki: “Eğer ben ipi îmâl etmese idim, çadır nasıl dururdu?” Onlardan birisi: “Eğer ben kazık yapmasa idim, ipi nereye bağlardı?” Herkesçe bilinir ki, bütün bunlar, çadırda oturacak pâdişâhın ve ferâhlayacak ma’şûkun hizmetkârlarıdır. Bundan dolayı eğer bir dokumacı vezirlik peşine düşüp dokumacılığı terk etse, herkes çıplak ve üryân kalır. Şimdi o gruplara, o tavır içinde, bir zevk vermişlerdir ki, ona kanâat etmiştir. Bu hale göre bu kimseleri, köpük âleminin ve âlemi de velînin nizâmı için halk etmişlerdir. Ne mutlu o kimseye ki, onu âlemin nizâmı için değil, âlemi onun nizâmı için halk etmişlerdir. Bundan dolayı her birisine Hak Teâlâ (azze ve celle), o işte bir kanâat ve bir zevk lütfeder ki, eğer onun yüzbin sene ömrü olsa, ancak o işi işler ve her gün o işte onun muhabbeti çoğalır; ve o işte ona incelikler zâhir olur ve ondan lezzetler ve zevkler bulur. Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur: “Küllü hızbin bimâ ledeyhim ferihûn” (Mu’minûn,23/53) Yâni “Herbir grup kendilerinin indindeki şeyle ferahlandılar” ve “ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi hamdihî” (İsra,17/44) Yânî “Hakk’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” ipçinin başka tesbîhi ve kazık yapanın başka bir tesbîhi ve bez dokuyanın başka bir tesbîhi ve çadır direğini yapan marangozun başka bir tesbîhi ve çadır içinde oturup yaşayan evliyânın başka bir tesbîhi vardır.

Şimdi bizim yanımıza gelen bu kimseler, eğer susarsan mahzûn olup incinirler; ve eğer bir şey söylersen, onlara lâyık bir yön ile söylemek îcâb eder. Biz inciniriz, giderler; ve bizden mahzûn olduklarından ayıplarlar ve kaçarlar. Hiç odun tencereden kaçar mı? Ancak ateşe tâkat getiremediğinden, tencere kaçar. Şimdi ateşin ve odunun kaçması, kaçma değildir. Belki tencere zayıf olduğundan ateşten uzaklaşır. Bundan dolayı hakîkatte bütün hallerde tencere kaçar. Bunun gibi, bizim kaçışımız, onların kaçışıdır. Biz aynayız, eğer onlarda bir kaçış varsa, bizde görünür. Biz onlar için kaçıyoruz. Ayna herkesin kendisini, içinde gördüğü bir şeydir. O karâr, onların usancıdır; çünkü usanma onların sıfatıdır Burada usanmanın ne işi vardır? Bana hamamda öyle oldu ki: Şeyh Sâlahaddin’e çok tevâzû eder idim. O tevâzûya karşılık, Şeyh Salâhaddîn de daha fazla tevâzû ederdi. Şikâyet ettim; gönlüme geldi ki: Sen tevâzûyu hadden aşırdın; tevâzûyu derece ile icrâ etmek lâzımdır. İlk önce elini, daha sonra ayağını ovmalıdır. Tevâzûyu yavaş yavaş belli olmayacak ve görünmeyecek bir raddeye getirirsin; ve o tabiî bir hâle gelmiş olur. Şüphesiz karşındakini de zahmete atmamış ve hizmete karşılık hizmete sevk etmemiş olursun. Ve yavaş yavaş o tevâzûya onu alıştırmış olursun. Dostluğu ve düşmanlığı böyle yavaş yavaş ve derece ile yapmalıdır. Meselâ bir düşmana, ilk olarak yavaş yavaş bir nasîhat verirsin; eğer dinlemezse, o zaman döversin; ve eğer yine dinlemez ise, onu kendinden uzaklaştırırsın. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “fe ızûhünne vehcurûhünne fîl medâcıı vadrıbûhünne” (Nisa, 4/34) Yüce ma’nâsı: “Kadınlara yumuşaklıkla nasîhat edin ve onları yatağınızdan ayırın ve âzâlarını zedelemeyecek derecede darb edin!”

Âlemin halleri de bu hareket tarzı üzere gider. Baharın dostluğunu görmüyor musun? İlk önceleri azar azar ve daha sonra çok çok sıcaklık gösterir Ve ağaçlara bak gör ki, nasıl yavaş yavaş ortaya çıkarlar? İlk önce bir tebessüm, daha sonra yaprak ve meyve çıkarırlar; ve tümünü dervîşâne ve sûfîyâne ortaya kor ve her nesi var ise hepsini açar. Bundan dolayı dünyâ ve âhiret işlerinin hepsinde her kim acele eder ve işin başlangıcında abartırsa, o iş ona kolaylaşmaz. Eğer riyâzat edecek ise, onun yolunu şöyle göstermişlerdir ki, eğer bir okka ekmek yemekte ise, her gün derece ile, birkaç dirhem eksiltmelidir. Bir iki sene bu şekilde geçerse, bir okka yarım okkaya iner vücût onun eksilmesini duymaz Ve ibâdet ve halvet ve tâata yönelmek ve namaz da böyledir Eğer hiç namaz kılmıyor ise, Hakk yoluna dönünce, ilk önce bir süre, beş vakit namaz kılar; ondan sonra “Ellezîne hüm alâ salâtihim dâimûn” (Meâric, 70/23) Yânî “Namaz kılanlar ki, onlar namazlarına devam edenlerdir” zümresine dâhil oluncaya kadar arttırır.