Yirmidördüncü Fasıl Herkes Ka’be’ye gidelim,derler; bâzıları ise, inşâallah gidelim,derler.

Tokat tarafına gitmeli; çünkü o tarafın havası sıcaktır. Bununla birlikte Antalya da sıcaktır; ama orada rûmiler çoktur, dilimizi anlamazlar. Tabî rûmîler arasında da anlayan kimseler vardır. Birgün, bir cemâat içinde söz söylüyordum; onların arasında kâfirlerden de bir grup vardı. Söz esnasında ağladılar ve zevk ve hâl hâsıl ettiler.

Huzurda olanlardan birisi sordu ki: “Onlar bu tür sözden ne anladılar ve ne bildiler? Güzîde müslümanların binde biri anlamadığı halde, onlar ne anladılar ki ağladılar?”

Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular ki:

Bu sözün kendisini anlamak lâzım değildir. Bu sözde asıl olan şeyi anlarlar. Sonuçta herkes Hakk’ın birliğini kabûl eder ve Hudâ’nın Hâlık ve Râzık olduğuna ve bütün herşeyde tasarruf edici olduğuna ve dönüşün O’na olacağına ve azarlama ve affın O’ndan olduğuna îtiraf edicidirler. Ne zaman ki Hakk’ın vasfı ve zikri olan bu sözü işittiler, hepsi için ıztırâb ve zevk ve şevk hâsıl oldu. Çünkü bu sözden onların matlûb ve ma’şûkunun kokusu gelir. Her ne kadar yollar muhtelif ise de, kasdedilen birdir.

Görmez misin ki Kâbe’nin yolu çoktur; bâzısı Rum’dan, bâzısı Şam’dan, bâzısı Acem’den, bâzısı Çin’den, karadan, denizden, Hind’den, Yemen’den, her taraftan gelir. Şimdi eğer yollara bakarsan, çok büyük bir ihtilaf ve hâdsiz ayrılık vardır. Fakat kasıtlarına bakar isen, hepsi birlikte ve berâberdirler; ve hepsinin içinde Kâbe’ye çok büyük bir irtibât ve aşk ve muhabbet vardır ki, oraya hiçbir ihtilâf sığmaz. O sevgide ne küfür ve ne de îmân vardır. Yânî o sevgi karışık değildir. Söylediğimiz o muhtelif yollar, oraya ulaştığında ve Kâbe görüldüğünde, yollardaki bahisleşme ve kavga ve ihtilâf ve birbirlerine âtıl ve bâtıl demeleri kesilir. Çünkü hepsinin kasdı birdir. Meselâ eğer kâsenin canı olsaydı, kâsecinin kölesi olup, onunla aşk-bazlık eder idi. Şimdi… bu kâseyi yapmışlardır. Bâzıları bunu böylece sofraya koymalı, derler. Bâzıları da onun içini yıkamalı, derler; ve bâzıları da içini, dışını, her tarafını yıkamalı derler. Bâzıları ise, yıkamaya gerek yoktur derler. İhtilâf bu şeylerdedir; fakat kâsenin elbette bir yapıcısı ve sanatkârı olduğu ve kendinden mevcûd olmadığı bilgisinin, üzerinde birleşilir; ve hiçbir kimsenin onda ihtilafi yoktur. Geldik şimdi…/ insanlar, gönüllerinde bâtın yönünden Hakk’ın muhabbet edicisi ve tâlibidirler; ve yakarışları O’nadır ve her şeyi O’ndan ümîd ederler; ve Hakk’dan başkasını eşyada Kâdir ve tasarruf edici bilmezler. Böyle bir ma’nâ ne küfürdür, ne de îmân; ve bâtında o ma’nânın bir adı yoktur. Fakat o ma’nâ suyu, bâtından dil oluğuna akıp donarak; nakış ve ibâre ve “hı” ve “dâl” harfleri olduğunda, burada onun adı küfür ve îmân ve iyi ve kötü olur. Nitekim yerden çıkan bitkilerin başlangıçta bir sûreti yoktur. Ne zaman ki yüzünü bu âleme çevirir; olmaya ilk başladığında latîf ve nâzik gorünur ve beyaz renkte olur. Bu alemde ne kadar adım adıcı olur ve âlem tarafına gelirse, o kadar kesîf ve kaba olur; ve başka renge girer. Mü’min ile kâfir, berâber oturdukları zaman, ibâre ile bir şey söylemezlerse, berâberdirler; ve düşünceden azarlanmak yoktur. Ve âlemin bâtınında hürriyet vardır; çünkü fikirler latîftir. Onun üzerine hüküm olunamaz. “Biz zâhir üzerine hükmederiz; sırlara Allah zü’l-Celâl Hazretleri vâkıftır.” O endişeleri sende peydâ eden Hak Teâlâ’dır. Sen onları, yüzbin çaba ile ve lâ-havle ile kendinden def edemezsin.

Şimdi Hudâ’nın âlete ihtiyâcı yoktur derler. Görmüyor musun ki, âletsiz ve kâlemsiz ve renksiz olarak, o endişeler ve düşünceler sende nasıl peydâ oluyor? O endişeler, havada uçan kuşlar ve vahşi âhûlar gibidir. Onları tutup kafese koymadan önce satmak şer’an câiz olmaz. Çünkü senin uçan bir kuşu satmaya kudretin yoktur. Neyi teslim edersin? Bundan dolayı fikirler bâtında oldukça nâmsız ve nişansızdırlar: onların üzerine ne küfür ile, ne de islâm ile hükmolunamaz. Hiç kadı “Sen içinden böyle kabûl ettin veyâ böyle sattın veyâhut gel içinden böyle düşünmediğine yemîn et” der mi? Demez. Çünkü kimsenin bâtını üzerine hüküm yoktur. Fikirler, havada uçan kuşlar gibidir. Söze ve ibâreye geldikleri zaman, küfür ve İslâm ve iyi ve kötü ile hükmetmek mümkündür. Nitekim cisimlerin bir âlemi ve düşüncelerin bir âlemi ve tecelliler ve evhamların bir âlemi vardır; Hak Teâlâ ise bütün âlemlerin ötesindedir. Ne dâhildir ne de hâriçtir. Şimdi bu düşüncelerde Hakk’ın düşüncesine dikkat et ki, bunları nasıl emsalsiz ve niteliksiz ve kalemsiz ve âletsiz olarak sûretlendirir? Sonuçta eğer o hayâl ve düşünceyi bir kimsede arasan ve sînesini yarsan ve zerre zerre etsen, o endişeyi onda bulamazsın. Kanında bulamazsın, damarında bulamazsın, yukarısında bulamazsın, aşağısında bulamazsın ve hiçbir parçasında bulamazsın. Cihetsiz ve örneksiz ve niteliksizdir. Ve böylece dışında da bulamazsın. Şimdi O’nun tasarrufu, bu tasavvurlarda nişânsız bir letâfetle olunca, bunların hepsini halk eden Zat-i Ecell ve A’la’nın nasıl nişânsız olacağına ve ne yön ile latîfin latîfi bulunacağına dikkat et! Bu madde bedenler ma’nâlara göre nasıl kesîf şahıslar ise, latîf ve örneksiz ve niteliksiz olan bu ma’nâlar da Bârî Teâlâ’nın letâfetine göre, öylece kesîf cisimler ve sûretlerdir. Şiir: Nazmen tercüme: Çıksaydı eğer o kudsî rûhun

O latîf vechi perdelerden

İnsândaki akıl ve rûhu elbet,

Sayar idin kesîf bir ten.”

Hak Teâlâ tasavvur olunanlar âlemine ve tasavvur edenin onu ihâta etmesi lâzım geleceğine binaen, tasavvurlar âleminin sığdığı bir aleme de sığmaz. Şimdi O, tasavvurların ve âlemlerin Hâlık’ıdır.

“Lekad sadakallâhu resûlehur ru’yâ bil hakkı, le tedhulunnel mescidel harâme inşâallâhu” Yâni “Allah Teâlâ Resûl’üne gösterdiği rü’yânın hak olduğunu tasdîk etti; ey mü’minler, Allah Teâlâ’nın irâdesiyle, siz elbette Mescid-i Harâm’a girersiniz.”

Herkes Ka’be’ye gidelim, derler; bâzıları ise, inşâallah gidelim, derler. İstisnâ ile söyleyen âşıklardır. Çünkü âşık kendisini bir işte tercih sâhibi görmez; her işin ma’şûka bağlı olduğunu bilir. Böyle olunca ma’şûk isterse, gidelim der. Mescid-i Harâm, itâat ehli indinde ziyâret edilen Ka’be’dir. Âşıkların ve hâsların indinde ise, Hakk’a kavuşmadır. Bundan dolayı eğer Hak Teâlâ isterse, ona kavuşur ve didârı ile şerefleniriz derler; velâkin ma’şûkun “İnşâallah” demesi garibdir ve onun hikayesi garibdir. Garib olan hikâyeyi dinlemek ve dinleyebilmek için, bir garib lâzımdır. Hak Teâlâ’nın kulları vardır ki, onlar ma’şûk ve örtülüdürler. Hak Teâlâ onların tâlibidir; ve âşıkların vazifesi her neden ibâret ise, o onların hakkında yerine getirip gösterir. Âşıklar nasıl ki, “İnşâallah kavuşuruz” derler ise, Hak Teâlâ da o azizler hakkında “İnşâallah” der. Eğer onun şerhi ile meşgûl olsak, kavuşmuş evliyalar vesileyi kaybederler. Bundan dolayı böyle halleri ve sırları, halka söylemek nasıl mümkün olur. Mısra': Tercüme: Buraya gelince kalemin ucu kırıldı.

Minârenin üstündeki deveyi görmeyen kimse, devenin ağzındaki kıl telini nasıl görür? Geldik önceki bahse. Şimdi, “İnşâallah” diyen, yâni ma’şûkun fiili üzerinde olan âşıklar, eğer ma’şûk isterse, Ka’be’ye gidelim derler. İşte onlar Hakk’ta gark olmuşlardır. Oraya gayr sığmaz ve gayrın anılması haramdır. Gayrı oluş ne demek; kendisini mahvetmedikçe oraya dahîl olmaz. “Leyse fî’d-dârî gayrı Allah” yânî “Kendisinde Hak’dan başkası yoktur.”

Şimdi Kur’ân’da “resûlehur rü’yâ” yânî “Resûl’üne gösterdiği rü’yâyı” (Fetih, 48/27) buyrulması, âşıkların ve sâdıkların ve iştiyâk duyanların rü’yâlarına işârettir. Ve onun ta’bîri o âlemde zâhir olur; belki âlem hâllerinin hepsi rü’yâdır. Ta’bîri o âlemde peydâ olur.

Nitekim at üzerinde bir süvâri görürsün; istediğin şeye ulaşırsın. At ile isteğin ne ilgisi vardır? Eğer rü’yâda sana temiz para verdiklerini görür isen, onun ta’bîri, bir âlemden doğru ve latîf söz dinlemene işârettir. Para söze benzer mi? Eğer seni dar ağacına astıklarını görür isen, bir topluluğa reis olursun. Dar ağacı reislik ve sevince nasıl benzer? Âlemin halleri böyle dedigimiz gibi hep rü’yâdır. “Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir.” Onların ta’bîrleri başka türlü olur, bu âleme benzemez. Onu ilâhî ta’bîr edici ta’bîr eder; çünkü ona hepsi açılmıştır. Bir bahçeye giren bir bahçıvan ağaçlara bakar; dallarında meyvesini görmeksizin, “Bu hurmadır, bu incirdir, bu nardır, bu armuttur, bu asmadır vesairedir” diye hüküm verir. Onun ilmi bilinendir; kıyâmete gerek yoktur ki ne olduğunu ve o rü’yânın ne netîce vereceğini ta’bîr etsin; çünkü ne netîce vereceğini önceden görmüştür. Nasıl ki bahcivan bu ağacın mutlaka ne meyve vereceğini önceden görür.

Mal ve kadın ve giysi ve bütün âlemin eşyâsı başka bir şeyden dolayı istenilendir, bizzât kendisi için istenilen değildir. Görmez misin ki eğer senin yüzbin liran olup da aç olsan ve ekmek bulamasan; o paraları yemek ve onu kendine gıda yapmak mümkün değildir. Kadın, evlat ve şehveti gidermek içindir ve elbise soğuğu def’ etmek içindir. Hepsi böylece silsile ile tâ Hak Celle Celâluhu Hazretleri’ne kadar gider; çünkü bizzât kendisi için istenilen O’dur; Onu O’nun için isterler, başkası için değil. Çünkü mâdemki o hepsinin ötesindedir ve hepsinden iyi ve hepsinden daha şerefli ve daha latîftir; bundan dolayı O’nu O’ndan daha aşağı olan şey için nasıl isterler? O halde her şey’in sonu vardır. Hakk’a erişilip, küllî istenilene kavuşma gerçekleştiğinde, artık oradan ileriye geçilmez. İnsânın bu nakşı şüphe ve karışıklık mahallidir. Hiçbir şekilde ondan süphe ve karışıklığı def’ etmek mümkün değildir; meğer ki âşık ola. Ondan sonra onda şüphe ve karışıklık olmaz. “Birşeye muhabbetin kör ve sağır eder”

İblis ne zamanki Âdem’e secde etmedi ve emre muhalefet edip “halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (Sad,38/76) “Beni ateşten ve onu topraktan halk ettin”. Yânî “Benim zâtım ateşten ve Âdem’in zâtı balçıktandır. Yükseğin alçağa secdesi nasıl uygun olur?” dedi. İblis’e bu suçu ve karşılık vermesi ve kavgası sebebi ile, Hak Teâlâ lânet edip onu uzaklaştırdı. İblis,

“Yâ Rabbî! hepsini sen yaptın ve senin fitnen idi; şimdi bana lânet edip, uzaklaştırıyorsun” dedi. Ve Âdem de günah ettiği zaman, Hak Teâlâ onu cennetten çıkarıp, ona dedi ki: “Ey Âdem, işlediğin günâh ile seni azarlayıp kovdum; niçin benim ile bu konuda konuşmadın? Sonuçta senin için delîl var idi. Bana diyebilirdin ki: “Herşey sendendir ve sen yaptın; sen her neyi istersen o olur ve her neyi istemez isen o asla vücûda gelmez; böyle bir apaçık delîlin var iken niçin söylemedin?” Âdem cevaben dedi: “Yâ Rab, bilir idim; fakat Hazret’ine karşı edebi terk edemedim ve senin aşkın bırakmadı ki tenkid edeyim.” Bu, konulmuş olan şerîattır; yânî nasîb ve kısmettir. Onun örneği budur ki: Pâdişâhın dîvânında emîr ve yasak ve hak ve adalet ve sıradan halk ve özel kişiler için siyâset gibi pâdişâh hükümleri vardır. Ve pâdişâhın divânının hükümleri sınırsızdır ve sayılması mümkün değildir ve pek güzel ve pür faydadır; ve âlemin kıvâmı onunladır. Ancak pâdişâh ile arkadaş olan dervişlerin ve fakirlerin hallerinde çok büyük bir fark vardır. Onların arkadaşlıkları ve halleri, içinde fıkıhçılar bulunan bir medrese gibidir ki, herbir fıkıhçı için, öğretmen onun isti’dâdına göre, birine on ve birine yirmi ve birine otuz görev verir. Biz de sözü, herkesin idrâki ve isti’dâdı kadar söyleriz. Çünkü “İnsanlara akılları erdiği kadar söyleyiniz” buyrulmuştur.