Pîr’in huzûruna bir şahıs geldi; Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr buyurdular ki: O mahbûbdur ve mütevâzi’dir; ve bu hâl onun cevherinin gereğidir. Nitekim meyvesi çok olan bir dalı, o meyve aşağıya çeker ve meyvesi olmayan dalın kavak gibi başı yukarıdadır. Meyvenin çokluğu haddi aşınca, büsbütün aşağı düşmemek için, dallara destek koyarlar. Peygamber (a.s.) pek fazla mütevâzi’ idi; çünkü âlemin meyveleri öncesi ve sonrası onda toplanmış idi. Şüphesiz hepsinden daha fazla mütevâzi’ idi. “Hiçbir kimse Peygamber (a.s.)dan evvel Peygamber’e selâm vermedi” denilmiştir. Çünkü Peygamber, tevâzunun çokluğundan dolayı herkesi geçer idi; ve farz edelim selâmı önce vermeseydi bile, mütevâzi’ yine o olur ve selâmda önde yine o bulunur idi. Çünkü herkes selâmı ondan öğrendiler ve işittiler. Öncesi ve sonrası her nesi varsa, hep onun yansımasındandır ve onun gölgesidir. Eğer bir kimsenin gölgesi, eve kendisinden önce girerse, her ne kadar gölge görünüşte önde ise de, hakîkatte önce olan o kimsedir. Sonuçta onu geçmiş olan gölge, o kimsenin aslından çıkmaktadır. Ve bu durum yeniden olma bir şey değildir. Bu zerreler o vakitten beri insanın zerrelerinde ve parçasında mevcûd idi. Bâzısı âşikâr ve bâzısı yarı âşikâr ve bâzısı belirsiz. O, şimdi zâhir oluyor; fakat bu parlaklık ve âşikârlık eskidir ve onun zerresi, insanda, hepsinden daha sâfi ve daha âşikâr ve daha mütevâzi’ idi. Bâzıları geçmişe bakarlar; bâzıları da geleceğe. Geleceğe bakanlar azîzdir ve büyüktür; çünkü bakışı sonuca ve âhiretedir. Geçmişe bakanlar ise hâs olanlardır. Onlar “Mâdemki buğday ekilince arpa çıkmaz ve arpa ekilince buğday biçilmez; geleceğe bakmaya ne gerek vardır?” derler. Bundan dolayı onların bakışları evveledir. Ve daha hâs olan bir sınıf vardır ki, onlar ne evvele bakarlar, ne de âhire. Evvel ve âhir, hatırlarına bile gelmez. Onlar Hak’da gark olmuşlardır. Ve diğer bir sınıf da vardır ki, dünyâ işlerine gark olduklarından gafletlerinin şiddetine binâen, geçmişe ve geleceğe bakmazlar. İşte onlar cehennemin gıdâsıdırlar. Şimdi “Sen olmasaydın, sen olmasaydın; bu felekleri halk etmezdim” hadîs-i kudsîsi gereğince, aslın Sallallahu aleyhi vesellem olduğu mâlum oldu. Şereften, tevâzu’dan, nezâketten yüksek makâmlardan her ne mevcûd ise, hep onun bahşiş ve gölgesidir; çünkü ondan peydâ olmuştur. Nitekim bu el her ne yaparsa, akıl gölgesinde yapar. Çünkü aklın gölgesi, onun üzerindedir. Gerçi aklın bir gölgesi yoktur; fakat o elin bir gölgesi vardır. Nitekim ma’nânın varlıksız bir varlığı vardır. Eğer insanın üzerinde aklın gölgesi olmasa, onun bütün a’zâsı kullanım dışı olur. El yoluyla tutamaz, ayak doğru gidemez, göz bir şey göremez, kulak eğri işitir. Bundan dolayı bu a’zâ akıl sâyesinde vâzifesini, yolu ile icrâ eder ve lâyık olanı yerine getirir; ve hakîkatte o vâzifeler, bütünüyle akıldan hâsıl olur; a’zâlar alettir. İnsan, böylece Hakk’ın çok büyük halîfesi olur; çünkü o “akl-ı küll”dür. İnsânî akıl onun a’zâsı gibidir; her ne yaparsa, onun gölgesinden olur. Ve eğer onlardan eğrilik açığa çıkarsa, bu hâl, akl-ı küllün onlardan gölgesini kaldırmış olmasındandır. Nitekim bir adam deliliğe ve saçma sapan işler işlemeye başlayınca, onun başından aklının gittiği ve onun üzerine gölge salmadığı herkese bilinir. Akıl melek cinsidir. Gerçi meleğin sûreti ve kolu ve kanadı vardır ve aklın yoktur; fakat hakîkatte bir şeydirler ve bir fiili işlerler ve tabîatları birdir. Mâdemki ma’nâda bir fiil icrâ ediyorlar, sûrete bakmamak lâzımdır. Meselâ onların sûretlerini kaldırır isen, kâmilen akıl olurlar ve onun kalu ve kanadından hâriçte hiç bir şey kalmaz. Bundan dolayı onların tamâmen akıl oldukları ve fakat cisimlenmiş bulundukları bilinmiş oldu; onlara “cisimlenmiş akıl” derler. Örneğin balmumundan kanatlı bir kuş yaparsın; fakat o yine balmumudur; onu erittiğin zaman, elsiz ve ayaksız ve kanatsız yine mum olur. Bundan dolayı bildik ki, mum yine o mumdur; ve mumdan îmâl edilen kuş, cisimlenmiş nakış hâline girmiş olan aynı mumdan ibârettir. Ve aynı şekilde buz, sudur. Eritilince tamamı ile su olur; fakat buz olmadan önce, hiçbir kimse onu elinde tutamaz. Bundan dolayı fark, sûretsiz olan suyun sûret bulmasından ibârettir. İnsânî hâllerde dahî böyledir. Bir meleği getirmişler, bir eşeğin kuyruğuna bağlamışlardır; tâ ki o eşek meleğin sohbeti ile melek olsun; çünkü eşeğin melek ile renklenip melek sıfatlı olması mümkündür. Şiir: Tercüme: “Uçtu feleklere hazret-i Îsâ
Kanadı vardı akıldan zîrâ
Eşeğinde olaydı yarım kanadı
Ebeden eşek kalmaz idi adı.” Oysa eşeğin adam olması ne acâib şeydir! Hak Teâlâ her şeye kâdirdir. Sonuçta yeni doğan çocuk, başlarda eşekten beterdir. Elini pisliğe sürüp ağzına götürür. Eşekte hiç olmazsa bir tür ayırıcılık vardır; işediği zaman, üstüne sıçramasın diye ayaklarını açar. Hak Teâlâ mâdemki eşekten beter olan bebekleri anlayış ve idrâk sâhibi yapıyor; eğer eşeği insân eder ise şaşılır mı? Hakk’ın indinde hiç bir acâib şey yoktur. Kıyâmette insanın bütün a’zâsı birer birer ve ayrı ayrı söz söyler. Filozoflar bunu te’vil edip derler ki: “El nasıl söz söyler? Ancak el üzerinde bir alâmet peydâ olup söz makâmına durur. Örneğin el üzerinde bir yara veyâ çıban çıkarak; böğürtlen yedim, diye el haber veriyor demesi mümkündür. Veya eli yaralı olur veyâhut siyâh olur. Eli bıçağın kestiğini veyâ siyâh bir tencereye sürüldüğünü haber vermesine, söz söylüyor denebilir. Elin ve diğer a’zânın söz söylemesi bu kıyas üzeredir.Sünnîler derler: “Hâşâ ve kellâ, belki o el ve ayaklar dilin söyledigi gibi duyular olarak söze gelirler. Kıyâmet gününde bir adam, hırsızlık etmedim diye inkâr eder. Onun eli apaçık bir dil ile “Evet çaldın dı; hattâ ben aldım” der. O şahıs eline ve ayağına dönüp der ki: “Siz söyleyici değildiniz, nasıl söz söylüyorsunuz?” Onlar da tam bir açıklıkla cevâb verirler ki: “kâlû entakanallâhullezî entaka kulle şey’in” (Fussilet, 41/21) Yâni “Dediler ki: Bizi her şeyi söyleten Allah söyletti.” Bizi O Zât-ı Ecell ve A’lâ söze getirdi ki, bütün eşyâyı, kapıyı ve duvarı ve taşı, kerpici söze getirir. O bir Hâlık’dır ki bunların hepsine konuşma ihsân eder; bize de konuşma verdi. Nitekim senin dilini söze getirdi; senin dilin ise, bir et parçasıdır; benim elim de bir et parçasıdır. Et parçasından ibâret olan dilin söz söylemesi nasıl ma’kûl olur? Fakat sen onun söz söylediğini çok gördün; onun için, sana imkânsız görünmez. Yoksa Hakk’ın indinde dil bahânedir; ona, söz söyle diye emrettiği zaman, söz söyler; ve her neye emrederse söze gelir. Söz insanın kudreti kadar gelir.Bizim sözümüz boruların akıttığı su gibidir. Su, boruların kendisini bir gül bahçesine veyâ yeşilliğe nereden ve hangi sahradan akıttığını ne bilir? Bunu bilirim ki, eğer su çok gelirse, orada sulak yerler çok olur ve eğer az gelirse, bilirim ki orası dar bir yerdir, bir bahçedir veyâ dört duvar arasında küçük bir mahaldir. “Hak Teâlâ Hazretleri vaaz edenlerin diline, dinleyenlerin himmetleri kadarınca hikmet telkin eder.” Pabuç dikiciyim; deri çoktur, ancak ayağın ölçüsü kadar dikerîm. Şiir: Nazmen tercüme:
“Âdemin gölgesiyim, endâmının ölçüsüyüm
Ne kadarsa boyu, ben de o kadarcık uzarım.”
Birtakım hayvâncıklar vardır ki, yer altında yaşarlar ve karanlık içinde bulunurlar; onların gözleri ve kulakları lezzet duyduğu makâmda, göze ve kulağa muhtaç değildir. Mâdemki lüzûmu yoktur, Hak Teâlâ ona niçin göz versin. Yoksa Hakk’ın indinde gözün ve kulağın kıtlığı mı vardır? Yâhut cimrilik mi ediyor? Ancak lüzûmu olan bir şeyi ihsân eder. Bir şeyi lüzûmu olmaksızın verse, o kimseye bir yük olur. Hakk’ın hikmeti ve lütfu ve keremi yükü def’ ettiği halde, bir kimse üzerine nasıl yük verir? Örneğin dülgerin keser ve testere ve benzeri gibi âletlerini bir terziye verip “Al bununla iş gör” desen, ona yük olur. Bundan dolayı Hak Teâlâ, bir şeyi ihtiyâca göre verir. Nitekim yer altında ve karanlık içinde yaşayan bir takım solucanlar vardır; onlar, hilkatleri gereğince bu âlemin karanlığına inanmış ve râzı olmuşlardır; ve o âleme muhtaç ve cemâle iştiyâk duyucu değillerdir. O bâsiret gözü ve kulak ve akıl onların ne işine gelir? Bu âlemin işini, sahip oldukları bu his gözü ile yerine getirirler ve o tarafa azmetmezler. O halde, onlara niçin basîret gözü ihsân olunsun? Kıt’a: Nazmen tercüme:
“Yok mu sanırsın acaba giden yola
Hem de nişânsızlık sıfatı kâmil
Sırlara mahrem değilsin diye
Sanma değil diğerleri vâkıf sırra”
Şimdi, âlem gafletle ayaktadır. Eğer gaflet olmasa, bu âlem devamlılık bulmaz ve Hak şevki ve âhireti hatırlama ve şükür ve vecd o âlemin mi’mârıdır. Eğer herkes bu yöne dönse, hep o âleme gitmemiz ve burada kalmamamız lâzım gelir. Oysa iki âlemin ayakta kalması için, Hak Teâlâ Hazretleri burada olmamızı murâd eder. Bundan dolayı iki âlemin de ma’mûr olması için, biri gaflet ve biri uyanıklık olmak üzere iki hâkim tâyin etti.