Hâzıren ve gâiben esirgemediğiniz lütuflarınıza ve ziyâretlerinize ve karşılamalarınıza mukâbil eğer ben şükür ve hürmet ve özür husûsunda kusûr edersem; kibire veyâ umursamazlık veyâ bilmem neye dayalı değildir. Gerçi ni’metlendiren hakkında söz ve fiil ile mükâfât etmelidir; lâkin pâk inancınızdan dolayı onu hâlis olarak Allah için işlediginizi bilirim. Mâdemki O’nun için icrâ ettiniz; ben de, onun mükâfâtını da O versin, diye Hakk’a havâle ederim. Çünkü eğer ben ondan sonra, meşgûl olup söz ile ikrâm etsem ve övsem, size Hakk’ın vereceği ecirden bâzısına ve mükâfâta nâil olmuş bulunursunuz. Çünkü bu tevâzu’lar ve özür dilemek ve medh etmek dünyâ hazzıdır. Dünyada bir zorluğu çektiğin ve bir malı esirgemeden verdiğin ve bir makâm ve mevkîyi terk ettiğin zaman, onun karşılığının tamamıyla Hak’dan olması hayırlıdır. Özür dilemek dünya hazzı olduğu için, özür dilemiyorum; çünkü malı yemezler ve istenilen lânetlenmişe değildir. Mal ile at ve köle ve câriye satın alırlar; ve herkes kendilerinin medh edilmesi ve övülmesi için, makâm ve mevkî taleb ederler. Dünyâ, büyük ve muhterem olanın, medih ve övgüsü söylenen kimselerin lâyıkıdır.
Şeyh Nessâc Buhârî, sohbeti gönülden olan çok büyük bir kişi idi. Mollalar, vâizler ziyâret amacıyla onun önüne gelirler ve iki diz üstü otururlar idi. O der idi ki: “Ben arapca bilmem; siz Kur’ân’ın ve hadîsin tercümesini söyleyiniz; ben de onun ma’nâsını söyliyeyim.” Onlar âyetin tercümesini söylerler, o da onun tefsir ve tahkîkine başlayıp “Mustafâ (s.a.v.), falan makâmda iken bu âyet geldi ve makâmın halleri böyledir” diyerek, o makâmın derecesini ve onun yollarını ve yükselişini ayrıntılı olarak beyân eder idi. Bir gün Alevî-i Mu’arrif, onun huzûrunda, kadıyı medhedip der idi:
“Âlemde böyle bir kadı bulunmaz; rüşvet almaz, örneği yoktur. Hâlis ve muhlis olarak olarak hiç çekinmeden halk arasında, Allah için adâlet icrâ eder.” Cevâben dedi ki: “İşte o rüşvet almaz diyorsun; bir kere bu yalandır. Sen, Mustafâ (s.a.v.) neslinden bir Alevî olduğun halde, onu medhediyor ve övüyorsun; bu rüşvet değil midir? Bundan a’lâ ne rüşvet olacaktır ki onun karşısında şerh ediyorsun.” Şeyhu’l-İslâm Tirmîzi der idi ki: Seyyid Bürhâneddin hakîkate ilişkin sözleri güzel söylüyor. Çünkü şeyhlerin kitaplarını ve onların mevzûlarını ve sırlarını mütâlaa etmiştir. Birisi dedi ki: “Nihayet sen de mütâlaa ediyorsun; niçin onun gibi söz söylemiyorsun?” Ona cevâben dedi: “Onun bir derdi ve mücâhedesi ve ameli vardır.” O kimse de: “O halde niçin onu söylemiyor ve yâd etmiyorsun da, yalnız mütâlaadan bahsediyorsun? Aslolan odur. Biz onu söylüyoruz, sen de ondan bahset.”
Onlar için o cihânın derdi yoktur; onlar gönüllerini bu cihâna bağlamışlardır. Bâzısı ekmek yemek ve bâzıları da ekmeği seyretmek için gelmişlerdir. Bu sözü öğrenip satmak için isterler. Bu söz bir gelin ve sevgili gibidir; satmak için aldıkları güzel câriyeye niçin muhabbet etsinler ve niçin gönül bağlasınlar? O tüccarın lezzeti mâdemki satmak husûsundadır o, kadın tabîatlıdır. Câriyeyi ancak satmak için alır. Onda o erlik ve mertlik yoktur. Eğer kadın tabîatlı olan bir kimsenin eline hind kılıcı geçse, onu satmak için alır veyâ eline bir pehlivanın yayı geçse, aynı şekilde satmak için alır. Çünkü onu gerecek pazu yoktur ve o kimse o kirişin lâyıkı değildir. O, altının aşığıdır ve onları sattığı zaman, bedellerini allık ve sürmeye verir.
Bu söz süryânidir. Sakın anladım demeyiniz. Her ne kadar çok anlamış ve kavramış olsanız, anlamaktan uzak olursunuz. Bunu anlamak, anlamamazlıktır. Hoş, senin belâ ve musîbetin o anlamaktandır. O anlamak senin için bağdır. O bağdan kurtulmalıdır ki, bir şey olasın. Sen dersin ki: “Ben kırbayı denizden doldurdum ve deniz benim kırbama sığdı.” Bu mümkün değildir; evet eğer benim kırbam, denizde kayboldu der isen, bu güzeldir, aslolan da budur. Akıl seni, pâdişâhın kapısının önüne götürecek kadar güzel bir matlûbdur. Onun kapısının önüne eriştiğin zaman, aklı salıver. Ondan sonra akıl senin zararın ve yol kesicindir. Ona ulaştığın zaman, kendini ona teslim et. Artık nasıl ve niçin ile senin işin yoktur.
Meselâ dikilmemiş kumaşın var; onu setre veyâ cübbe yaptırmak istiyorsun. Akıl seni terzinin önüne götürür. İşte akıl seni terzinin önüne götürünceye kadar, işine yarar. Şimdi aklı salıverip, terzinin önünde tasarrufunu ve bildiklerini terk etmek lâzım gelir. Ve aynı şekilde akıl, hastanın kendisini doktora gönderecek kadar faydalıdır. Bundan sonra onun aklının başka işi yoktur. Artık kendisini doktora teslim etmesi îcâb eder. Senin gizli nâralarını, nâra sâhiblerinin kulakları işitir; bir şeye sâhip olan veyâ bir cevheri ve bir derdi bulunan kimse belli olur. Nihâyet deve katarının içinde kızgın deve gözünden, yürüyüşünden ve ağzının köpüğünden bellidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulmustur: “Sîmâhum fî vücûhihim min eseris sücûd” (Feth,48/29) yânî “Onların yüzlerinde secde eserinden alâmetler görülür.” Ağacın kökünün ne emdiği üzerindeki yaprak ve meyvesinden belli olur. İçip, emmeyip perişan olan ağaç hiç gizli kalır mı?
Bu ettikleri büyük hây ve hûyların sırrı, bir sözden sözler anlamak ve bir noktadan incelikler ve bir harften işâretler kapmaktır. Nitekim bir kimse Vasît isimli kitâbı ve Mutavvele Kitapları’nı okumuş olur. Tenbih kitabından bir kelime işitince veyâ onun şerhini mütâlaa edince, bir meseleden asıllar ve meseleler anlar. Bu harf için uyarılarda bulunup “Ben bunun altında birtakım şeyler görüyorum” der. Bu da, ben orada zahmetler çektim, geceleri gündüze katıp hazineler buldum, demektir. Nitekim: “E lem neşrah leke sadrek” (İnşirâh, 94/1) Yâni “Habîbim, göğsünü açıp da genişletmedik mi?” buyrulmuştur. Gönlün şerhi sonsuzdur; o şerh okunduğu zaman, bir işâretten çok şeyler anlaşılır; ve henüz yeni başlamış olan kimse, o sözlerden ancak sözün ma’nâsını anlar. Onun ne haberi ve hây ve hûyu olur. Söz, dinleyenin isti’dâdı kadar gelir. O ne kadar emip, gıdâlanırsa, hikmetin idrâki o kadar iner ve gözükür. O emmeyince, hikmet dahî dışarıya çıkmaz ve yüz göstermez. “Acâib şey! Niçin söz çıkmıyor?” dersin. Acâib şey! Sen sözü niçin çekmiyorsun? Sana dinleme kuvveti vermeyen Azîmü’ş-Şân Zât, söyleyene de, söz arzûsunu vermiyor.
Mustafâ (a.s.) Zamân’ında bir kâfirin, cevher sâhibi bir müslüman kolesi var idi. Seher vakti efendisi “Tası getir ki hamama gidelim” dedi. Yol esnâsında mescidde Mustafâ (s.a.v.) ashâbı ile namaz kılıyor idi. Köle dedi: “Ey efendi! Allah rızâsı için şu tası biraz tut da, iki rek’at namaz kılayım; ondan sonra hizmette bulunayım.” Ne zaman ki mescide girip namaz kıldı. Mustafâ (a.s.) dışarıya çıktı. Bütün ashâb o köle ile yalnız kaldılar. Efendisi mescidin kapısında kuşluk vaktine kadar bekledi. Nihayet “Ey köle! Dışarıya çık” diye bağırdı. Köle “Bırakmıyorlar” dedi. Ne zaman ki beklemesi sınırı aştı. Efendisi bırakmayanın kim olduğunu görmek için, başını mescidin kapısından içeriye uzattı; kimseden eser görmedi; nihayet “Seni bırakmıyan kimdir; dışarıya çık” dedi. Köle “Seni içeriye girmeye bırakmıyan ve görmediğin kimsedir” diye cevab verdi.
İnsan görmediği ve işitmediği ve anlamadığı şeyin tâlibi ve aşığıdır; ve gece ve gündüz onu arar durur. Ben görmediğimin kölesiyim. Herkes anladıkları ve gördükleri şeyden usanmışlardır ve kaçıcıdırlar. İşte bu sebebden dolayı felsefeciler görüşü inkâr edicidirler. Çünkü onlar derler ki, gördüğün zaman doymak ve usanmak mümkündür; bu ise câiz değildir. Sünnîler derler ki; doymak ve bıkmak bir renk üzere göründüğü zaman olur. Mademki “külle yevmin hüve fî şe’n” (Rahman, 55/29) Yâni “O her gün bir tecellîdedir” âyet-i kerîmesi gereğince, her bir anda yüzbin renk görünür. Eğer yüzbin tecellî etse, asla birbirine benzemez. Nihayet sen de bu saatte Hakk’ı eserler ve fiiller içinde görüyorsun ve her an türlü türlü müşâhede ediyorsun. Çünkü bir fiil, bir fiile benzemiyor. Sevinme vaktinde başka tecellî ve korku ve ümitte böylece başka tecellî. Mâdemki Hakk’ın fiilleri ve O’nun Zâtî tecellîsi fiilleri ve eserleri türlü türlüdür ve bir diğerine benzemez; bundan dolayı O’nun Zâtî tecellîsi de böyle olur. Fiil tecellîlerini buna kıyâs et. Ve sen de Hakk’ın kudretinden bir cüz’ olduğundan, her anda bin türlü olursun ve bir karâr üzerine değilsin.
Bâzı bendegân vardır ki Kur’ân’dan Hakk’a giderler; ve bâzıları vardır ki, daha hâstırlar; çünkü Hak’dan gelirler, Kur’ân’ı burada bulurlar. Onu Hakk’ın gönderdiğini bilir. “İnnâ nahnu nezzelnez zikre ve innâ lehu le hâfizûn” (Hicr,15/9) Yâni “Kur’ân’ı biz indirdik. Onun koruyucuları da şüphesiz ki biziz.” Tefsir ediciler bu âyet Kur’ân hakkındadır derler; bu da güzeldir; fakat ma’nânın hakîkati budur ki: “Sende bir cevher ve bir taleb ve bir şevk tâyin ettik; onun koruyucusu biziz; onu zayî etmeyiz ve mahalline ulaştırırız.” Sen bir kere: “Hudâvendâ, korumanı sâbit kıl!” de ki, bütün belâlar sana gelmesin. Cenâb-ı Mustafâ (s.a.v.) e birisi gelip
“Ben seni seviyorum” dedi. Buyurdular ki: “İleri gel ki, ne söylüyorsun?” Yine “Ben seni seviyorum” dedi. Buyurdular ki: “Dikkat et ki, ne söylüyorsun?” Yine, “Ben seni seviyorum” sözünü tekrâr etti. Buyurdular ki: “Şimdi sebât et ki, seni kendi elin ile öldüreceğim, vay senin haline!”
Mustafâ (s.a.v.) Zamân’ında birisi gelip dedi:
“Ben bu dîni istemiyorum; vallâhi istemiyorum; bu dîni geri al; senin dînine girdiğim günden beri bir gün rahat etmedim. Mal gitti, kadınım gitti, evlat gitti, hürmet kalmadı.” Cevâben buyurdular ki: “Hâşâ ki bizim dînimiz onu kökünden ve dibinden koparmadıkça ve hânesini süpürmedikçe ve onu “Lâ yemessuhû illel mutahherûn” (Vâkıa, 56/79) Yâni “Ona tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez” ayet-i kerîmesi gereğince temizlenmedikçe, gittiği mahalden geri gelsin. O nasıl bir ma’şûktur ki sende nefsine olan muhabbetin bir kılı bâkîye kaldıkça, nasıl cemâlini sana gösterir ve sen onun yolunda, kendini fedâ etmedikçe, nasıl onun ulaşmasına lâyık olursun? Ma’şûk yüzünü göstermek için tamamıyla kendinden ve âlemden geçmiş ve kendine düşman olman lâzımdır. Bir gönülde karâr eden bizim dînimiz, onu Hakk’a ulaştırmadıkça ve onu lüzûmsuz olan şeylerden ayırmadıkça ondan el çekmez.”
Peygamber (a.s.) yine buyurdular ki: “Senin rahatının olmayışının ve gam çekmenin sebebi odur ki; gam cekmek, önceki sevinçlerinden istifrâğ etmektir. Mîdende birşey olunca, yemek için sana bir şey vermezler. İstifrâğ ettiği zaman bir kimse bir şey yemez. Ne zaman ki midesi boşalır ve rahatlar, ondan sonra yemek yer. Sen de sabret ve gam çek, ki gam çekmek istifrâğ etmektir. İstifrâğdan sonra sevinç gelir; hem öyle bir sevinç ki, onun gamı olmaz. Öyle bir gül ki, dikeni bulunmaz ve öyle bir şarâb ki hiç baş ağrısı vermez. Sonuçta dünyâda gece-gündüz, ferahlık ve rahatlık istiyorsun; oysa dünyâda onun olması mümkün değildir. Bununla berâber bir an bile istemekten geri kalmazsın. Dünyâda bulduğun rahat dahî geçip giden ve karar etmeyen bir şimşek gibidir. Hem öyle bir şimsek ki, arkası yağmur ve dolu ile dolu. Örneğin bir kimse Antalya’ya gitmek ister; fakat Kayseri tarafına gider ve Antalya’ya gideceğini ümîd eder; ve bununla berâber çalışmayı terk etmez. Oysa bu yoldan Antalya’ya gitmek mümkün değildir. Ancak Antalya yoluna giden kimse, isterse topal ve zayıf olsun, mâdemki Antalya bu yolun sonundadır, Antalya’ya ulaşır. Mâdemki dünyâ ve âhiret işleri zorluklar olmadan olmuyor; bâri bu zorluğu zâyi’ olmaması için, âhiret tarafına sarf et! Sen dersin ki: “Ey Muhammed (a.s.)! Benden dîni al ki rahat edeyim.” Bizim dînimiz onu amacına eriştirmedikçe, hiç bırakır mı?
Anlatırlar ki, öğretmenin birisi yoksulluktan, kış mevsiminde bir keten cübbe giymiş idi. O anda sel de, ayının birisini kapmış ve ayının başı su içinde kalmış gözükmüyor idi. Çocuklar ayının sırtını görüp dediler: “Hoca efendi, işte ırmağa düşmüş bir kürk! Sen üşüyorsun, onu al da sırtına giy!” Öğretmen ihtiyâcının şiddetinden kürkü almak için fırladı. O anda ayı pençesini attı; öğretmen su içindeki ayının eline yakalandı. Çocuklar bağırdılar ki: “Hoca efendi, eğer kürkü çıkarmak mümkün değil ise, bırak da sen dışarıya çık.” Öğretmen cevâben dedi: “Ben kürkü bıraktım; kürk beni bırakmıyor.”
Hakk’ın şevki ve çekmesi hiç seni bırakır mı? Biz kendi elimizde olmayıp, Hakk’ın elinde bulunduğumuz için, burada şükretmek lâzımdır. Meselâ küçük bir çocuk annesinin sütünden başka bir şey bilmez. “İlâh ancak kucaktır.” Hak Teâlâ onu asla o makâmda bırakmayıp ekmek yemek ve oyun oynamak makâmına getirir ve oradan da öylece çekip, akıl makâmına kadar getirir.
O âleme oranla çocukluktan ve bir nevi’ memeden ibâret bulunan bu halde de öylece bırakmaz. Ve seni o makâma ulaştırır ki, onun yanında bu hâlin, çocukluktan başka bir şey olmadığını anlarsın. “Zincirler ile cennete çektikleri kavmin haline hayret ederim. Onları tutup, ellerini boyunlarına bağlayın; daha sonra ni’mete ulaştırın; sonra kavuşmaya ve ondan sonra da cemâle ve kemâle ulaştırın.”
Balıkçılar büyük balığı birdenbire çekmezler; çünkü olta balığın boğazına saplandığından kanı akıp gevşesin ve zayıf olsun, diye bir parça çekerler yine bırakırlar ve tamamıyla zayıf oluncaya kadar böyle çekerler. Aşk oltası da insanın damağına saplandığında, ondaki bâtıl olan kuvvetlerin ve kanların yavaş yavaş gitmesi için, Hak Teâlâ onu dereceli çeker. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “vallâhu yakbidu ve yebsut” (Bakara, 2/245) Hakîkatte “Allah Teâlâ daraltır ve genişletir.”
“Lâ ilâhe illallah” genel îmândır ve “Lâ ilâhe illâ Hû” ise özel îmândır. Örneğin bir kimse rü’yâsında kendisini pâdişâh olmuş ve tahta çıkmış ve etrâfına hizmetkârları ve vezirleri ve emîrleri dizilmiş görüp “Benim pâdişah olmam icâb eder; bugün pâdişâhlık benden başkasının değildir” der. Bunu rü’yâda söyler. Uyandığı zaman, evin içinde kendisinden başka kimseyi göremez. Bu defa da “Benim, benden gayrı kimse yoktur” der. Şimdi, uyanık göz lâzımdır; uykulu göz onu göremez; ve bu onun vazîfesi değildir. Her bir sınıf, diğer sınıfı yok sayar. Bunlar derler ki “Hak bizimdir ve vahiy bizimdir ve onlar bâtıldırlar.” Diğerleri de onlara böyle söylerler. Yetmiş iki millet bir diğerini yok sayar. Bundan dolayı ittifak ile diğerleri için vahiy yoktur, derler. Bundan dolayı diğerlerinin üzerine vahiy olmamasında ittifak ederler; ve bu diğerlerinden birisine vahiy olmasında ittifak ederler. Şimdi onun hangisi olduğunu bilmek için bir seçicilik lâzımdır; çünkü “Mü’min zeki ve seçici ve ayırıcı olur.”
Birisi sordu ki: “Bilmeyenler çoktur, bilenler ise azdır. Eğer biz, bilmeyenler ve cevher sâhibi olmayanlar ile, bilenlerin arasını farkedip ayırmak ile meşgûl olacak olursak, uzun bir mes’ele olur.” Hz.Pir-i dest-gîr cevâben buyurdular:
Gerçi, bilmeyenler çoktur; fakat az olanı bildiğin zaman, hepsini bilmiş olursun. Nitekim bir avuç buğdayı görürsen, bütün âlemin anbarlarını bildin; ve aynı şekilde bir parça şekeri tadarsan, o şekerden yüz çeşit tatlı yapsalar, mâdemki şekeri bildin, orada şeker bulunduğunu bilirsin. Bir kimse bir boynuz şeker yemiş olursa, nasıl olur da tanımaz; meğer ki onun iki boynuzu ola; yâni öküz ola.
Bu söz size mükerrer görünüyor. Bu tekrâr ise, sizin önceki dersi anlamadığınız içindir. Bundan dolayı benim bunu her gün söylemem lâzımdır. Nitekim öğretmenin birisi bir çocuğu üç ay okuttu; “Elif (ا) te bir şey yok be (ب) nin altında bir nokta” öğretisinden ileriye geçmedi. Çocuğun babası gelip dedi:
“Biz hizmette kusur etmiyoruz ve eğer bir kusur olmuş ise, emret ki daha fazla hizmet edelim.” Öğretmen: “Hâşâ sizin bir kusurunuz yoktur; fakat bu çocuk ileri geçemiyor” diye cevâb verdi; ve onu önüne alıp “Elifte bir şey yok” de! dedi. Çocuk “Bir şey yok” deyip “Elif” diyemedi. Öğretmen “İşte hâl gördüğün gibidir; mâdemki bundan ileriye geçmedi ve öğrenmedi, ona nasıl yeni ders veririm?” diye cevâb verdi. Babası: “El-hamdulillâhi Rabbi’l-âlemin” (Fâtihâ, 1/1) dedi.
İşte biz de “El-hamdulillâhi Rabbi’l âlemin” dedik. Bu hamd, ekmek ve ni’metin tüketilmesinden dolayı değildir; ekmek ve ni’met sonsuzdur, fakat iştah kalmadı ve misâfirler doydular. Bu dünyâ ekmeği ve ni’meti kalmadığı için “El-hamdulillâh” denildi. Çünkü bu dünya ekmeği ve ni’metini iştah olmadığı halde ne kadar istersen zorla yemen mümkündür; çünkü mâdendir. Her nereye çekersen, seninle berâber gelir. Rûhu yoktur ki uygun olmayan yere gitmekten kendini korusun. Bu, diri bir ni’met olan ilâhî hikmetin tersinedir. Bu zinde ni’met iştahın oldukça ve mükemmel bir şekilde rağbet gösterdikçe, senin tarafına gelir ve gıdân olur. İştah ve meyil olmadığı zaman, onu zorla yemen ve içmen mümkün değildir. O zaman yüzünü örtü altına çekip, kendisini sana göstermez.
Hz. Pîr-i dest-gîr kerâmetlerden bahis buyuruyorlardı, şu hakîkatleri beyân ettiler:
Birisi buradan bir günde veyâ bir anda Ka’be’ye gider. Bu o kadar acâib ve kerâmet değildir. Semum rüzgârının seyrinde de bir anda her nereye isterse, gidecek kadar kerâmet vardır. Kerâmet odur ki, seni süflî hâlden ulvî hâle getirir. Oradan buraya ve câhillikten akla ve mâdenlikten hayâta gelirsin. Nitekim ilk önce toprak idin. Seni bitkiler âlemine getirdi ve bitkiler âleminden sefer ettin “kan pıhtısı” ve “et parçası” âlemine geldin; ondan sonra hayvânî âleme ve oradan insânî âleme sefer ettin. Kerâmet, Hak Teâlâ’nın sana böyle bir seferi yakın kılmasıdır. Bu geldiğin yollarda ve menzillerde geleceğin ve hangi yoldan ulaşacağın hiç hatırında ve vehminde yok idi. Ne zamanki geldin ve seni getirdiler; şimdi apaçık olarak geldiğini görüyorsun. İşte seni böyle başkaca türlü türlü yüz âleme getireceklerdir. İnkâr etme ve ondan haber verirlerse, kabûl et!
Hz. Ömer (r.a.)in huzûruna hediye olarak zehir ile dolu bir kâse getirdiler.
“Bu neye yarar?” buyurdu “Bu, ona yarar ki bir kimsenin âşikâr olarak öldürülmesi uygun görülmezse, bundan ona biraz verildigi zaman, gizlice ölür; ve eğer kılıç ile öldürülemeyecek bir düşman olursa, bundan gizlice bir parça verip öldürürler” diye cevâb verdiler. Hz.Ömer; “Çok iyi bir şey getirdin; bende bir büyük düşman vardır ki, ona kılıç yetişmez ve âlemde bana ondan daha fazla düşmanlık eden kimse yoktur. Onu bana veriniz ki, o zehri içireyim” buyurdular. “Bunun hepsini birden içirmek lâzım değildir; bir zerresi yeterlidir. Bu, yüzbin kimseye yeter” dediler. Hz. Ömer; “Bunun düşmanlığı da bir kimse kadar değildir; düşmanlığı bin adamlık kadardır ve yüzbin kimseyi tepe taklak etmiştir” buyurdu. Ve derhal o zehiri alıp hepsini birden içti. Orada bulunanlar “Dînin haktır” deyip hepsi müslüman oldular. Ömer (r.a.) buyurdu: “İşte hepiniz müslüman oldunuz ve bu kâfir hâlâ müslüman olmadı.”
Şimdi… Hz.Ömer’in bu îmândan kastı, genel îmân degildi. Onda o îmân ve ondan daha fazlası ve belki sıddkların îmânı vardı. Fakat onun kastı, nebîlerin ve havâssın îmânı ve ayne’l-yakîn idi ve onu ümît eder idi.
Nitekim bir arslanın şöhreti etrafa yayılmış idi. Herkes merâkından dolayı uzak mesâfelerden o ormana giderler ve o arslanı görmek için bir sene yol zorluğu çekerler ve mesâfeler kat’ ederlerdi. Ne zamanki o ormana gittiler ve arslanı uzaktan görüp durakladılar ve bir adım ileri atamadılar. O kimselere dediler ki: “Sonuçta siz bu arslanın aşkı ile bu kadar yol teptiniz. Oysa bu arslanın bir özelliği vardır ki, her kim onun huzûrunda cesûr olur ve aşk ile elini ona sürerse, o kimseye hiç zarar gelmez. Eğer bir kimse ondan korkarsa, bu arslan ona gazab eder. Ve belki bâzılarına da, bu benim hakkımda ettiğin kötü zandır, diye kasteder.”
Şimdi bu böyle bir şeydir. “Bir sene yollar teptiniz ve işte arslana yakın oldunuz. Bu duraklama nedir? Adımınızı ileri atınız.” Kimse bir adım ileri atmaya cesâret edemeyip cevâb olarak dediler ki: “O attığımız adımların hepsi kolay idi. Adım, arslanın gözü önünde atılan adımdır.”
Şimdi, Hz. Ömer’in o îmândan kastı, arslanın gözünün önünde atılan adım idi. O adım nâdirdir; hâslardan ve mukarreblerden gayrısının işi değildir ve asıl adım budur. Gerisi adımın izleridir. Bu îmân, tamamıyla canlarından geçmiş olan nebîlerden başkasına nasîb olmaz.
Yâr hoş bir şeydir; çünkü yâr, yâr hayâlinden kuvvet bulur ve gelişme sağlar; ve tâze hayat kazanır. Leylâ’nın hayâlinin Mecnûn’a kuvvet vermesi ve ona gıdâ olması ne acâib şeydir! Mecâzî ma’şûkun hayâlinin bir yerde bu kadar kuvvet ve te’siri olursa, hâzır olsun ve gayb olsun hakîkî yârin kuvvetler bahşetmesine şaşırılır mı? Hayâl ne? O muhakkak hakîkatlerin cânıdır. Ona hayâl demezler. Âlem “hayâl” üzerinde durduğu halde, bakışına göründüğü ve hissedildiği için, bu âleme “hakîkat” diyorsun; ve bu âlem, onun fer’i olduğu halde, o ma’nâlara hayâl diyorsun. İş bunun tersinedir. Muhakkak hayâl bu âlemdir. Çünkü o ma’nâlar bunun gibi yüz âlem peydâ eder ve çürütüp harâb eder ve ortadan kaldırıp, tekrâr yeni âlem peydâ eder. O ise eskimez; o, yenilikten ve eskilikten münezzehdir; ve onun fer’leri, eskilik ve yenilik ile vasıflanmışlardır ve bunların ortaya çıkaranı ve halk edeni olan O, her ikisinden münezzehtir ve her ikisinin ötesindedir. Bir mühendis gönlünde bir ev tasarlar. Salonunun genişliği bu kadar ve bahçesinin uzunluğu bu kadar, diye hayâl peydâ olur. Buna hayâl demezler. Çünkü o hakîkat bu hayâlden doğar ve bu hayâlin fer’idir. Evet mühendis olmayan birisi, gönlünde böyle bir sûret peydâ kılar ve tasavvur ederse, ona hayâl derler; ve ârif olan adamlar, mi’mâr olmayan ve o hale vâkıf olmayan böyle bir kimseye, bu senin hayâlindir, derler.