Birisi, “Mevlânâ söz söylemez” der idi. İşte bugün söyledim Benim hayâlim, sonuçta bu şahsı yanıma getirdi. Benim bu hayâlim, nasılsın, ne haldesin? diye ona bir söz söylemedi.
Hayâlim söz söylemeksizin onu buraya çekti. Eğer benim hakîkatim onu söz söylemeksizin çeker ve başka bir yere götürürse, şaşılacak bir şey değildir. Söz hakîkatin gölgesi ve şubesidir. Mademki bir gölge çekiyor; hakîkatin çekmesi daha geçerlidir. Söz bahânedir. İnsanı insana çeken söz değil, o uygun parçadır. Bir kimsede bir nebî veyâ velîden bir parça olmayınca, onda yüzbin mûcize ve beyân ve kerâmetler görse, asla fayda bağlantısı oluşmaz. İşte bu parçadır ki coşku ve kararlılık içinde tutar.
Eğer bir çöpte kehribârın parçasına mensûb bir şey bulunmasa, asla kehribâr tarafına çekilmez. O cinsiyet onların arasında gizlidir, görünmez. Bir insânı, her bir şeyin hayâli, o şey tarafına götürür. Bağ hayâli bağa, dükkânın hayâli dükkâna sevk eder. Velâkin bu hayâller içinde gizli bir ters oluş vardır. Görmez misin ki filân mahalle gidip pişman olursun; ve orada fayda bulurum zannettim bulamadım, dersin. Şimdi bu hayâlller, kadınların çarşafları gibidir ve çarşafların içinde bir kimse gizlidir. Ne zaman ki hayâller ortadan kalkar ve hakîkatler örtüsüz ve hayâlsiz apaçık olur; işte o zaman kıyâmet olur. Halin böyle olduğu bir yerde, pişmanlık kalmaz. Seni çeken her hakîkat, o hakîkatten başka bir şey değildir; ancak o hakîkattir ki seni çeker. “Yevme tubles serâir” (Târık , 86/9) yâni “Sırların ortaya çıkarılıp yoklanacağı gün” âyet-i kerîmesinin ma’nâsı bu dediğimdir. Hakîkatte çeken birdir; fakat türlü türlü görünür. Görmez misin ki bir kişi türlü türlü, yüz şey arzu eder.
Meselâ tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, yahni isterim, meyve isterim, hurma isterim ve incir isterim der; ve bunları sayarak dile getirir. Velakin onun aslı açlıktır ve o da birdir. Görmez misin ki bir şeyden doyunca, “bunların hiçbirisi lâzım değildir”, der. Bundan dolayı anlaşıldı ki, on ve yüz yoktur; belki bir vardır.“Ve mâ cealnâ iddetehüm illâ fitneten” (Müddesir, 74/31) Yâni “Halkın bu sayması fitnedir”. Meselâ halkın bu birdir ve onlar yüzdür, yâni velîye yâni sâhibe birdir ve çok olan halk yüzbindir demeleri çok büyük fitnedir. “Ve mâ cealnâ ıddetehum illâ fitneten” (Müddesir, 74/31). “Yâni “Onların sayılarını ancak bir fitne kıldık.” Hangi yüz, hangi elli, hangi altmış veyâ yüzbinden bahsediyorsun? Sen şimdi o çok olan halka altmış veyâ yüz veyâ bin diyorsun ve sâhibe bir.
Oysa onlar hiçtir; ve bu, bin ve yüz, binlerce bindir. “Sayılınca azdır, fakat kuvvet ve mukâvemete gelince çoktur.” Pâdişahın biri, hizmetlilerinden birisine yüz kişilik ekmek vermiş idi. Askerleri gücendiler. Pâdişah içinden: “Bir gün gelir ben size gösteririm, niçin böyle yaptığımı anlarsınız” dedi. Ne zaman ki savaş oldu, hepsi kaçtılar; ve o hizmetli tek başına düşma’nâ kılıç çaldı. Pâdişah dedi: “İşte bu iş için ayırt ediciliğini îtirazdan arındıran ve dinde bir yardımcı arayan adam Iâzımdır”. Din yârbiliciliktir, amma bir kimse ömrünü ayırt etme sâhibi olmayanlar ile geçirirse, onun ayırıcılığı zayıf olup dîn yârını tanıyamaz. Sen bu vücûdu besledin, amma ondâ ayırt edicilik yoktur. Ayırt edicilik o insânda gizli bir sıfattır. Görmez misin ki bir delinin dahi, cesedi, eli ve ayağı vardır, velâkin ayırt ediciliği yoktur; ve her pis şeye elini uzatır , alıp yer; ve eğer bunun vücûdunda o ayırt etme zâhir olsaydı, pisliği tutmaz idi. Bundan dolayı bildik ki, ayırt etme sende bir latîf ma’nâdan ibârettir. Oysa sen gece gündüz o, ayırt etmesi olmayan vücûdu beslemekle meşgûl olmuşsun. Kendini savunmak için dersin ki: “Ayırt etme bu vücûd ile kaimdir.” Ben de derim ki: “Bu vücûd dahî, o ayırt etme ile kaimdir.” Nasıl olur ki, bütünüyle bu vücûda özenle bakıp ayırt ediciliği tamamıyla ihmâl etmişsin. Belki bu vücûd, o ayırt etme ile kâimdir; ve o, vücûd ile kâim değildir. O nûr, bu göz ve kulak vesâire pencerelerinden dışarıya yayılır.
Eğer bu pencereler olmasa, başka pencerelerden açığa çıkar. Bu hâl güneş varken, güneşi göreceğim diye, kandil getirmene benzer. Hâşâ, eğer kandil getirmesen de, güneş kendisini gösterir. Kandile ne gerek vardır! “İnnehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmül kâfirûn” (Yûsuf, 12/87) Yâni “Çünkü kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” Âyet-i kerîmesi gereğince Hak’dan ümîd kesmemelidir. Ümid, doğruluk yolunun başıdır. Eğer yola girmiyor isen, bârî yolun başını bekle! Eğrilik ettim deme; doğruluk tarafını tut! Hiç eğrilik kalmasın. Doğruluk, Mûsâ (a.s.)in asâsı gibidir. O eğrilikler ise sihirlere benzer; doğruluk geldigi zaman, hepsini yer. Eğer eğrilik etmiş isen kendine etmişsin, senin fenâlığından ona ne?
Şiir: Nazımdan tercüme:
“Dağa bir kuş konup da uçsa eğer Dağa noksan, fazlalık gelmez” Doğru olunca o eğriliklerin hiç biri kalmaz. Sakın ümîdi kesme!Pâdişahlar ile sohbetler, başın gitme ihtimâli olmasından dolayı tehlikeli değildir. Baş bugün olsun, yarın olsun gitmesi kaçınılmazdır; fakat o, bu yüzden tehlikelidir ki, onlar, kuvvetlenip ejderhâ olmuşlardır. Bir kimse bunlar ile sobbet edip, onlara muhabbet ederek mallarını kabûl edince, onların mizâcına göre söz söylemek ve gönüllerini gözeterek fenâ görüşlerini kabûl etmek îcâb eder. Ona muhalif söylenemez. İşte bu yüzden tehlikelidir. Çünkü dîne zarar verir. Onların tarafını ma’mûr edince, asıl olan diğer taraf sana yabancı olur. Ne kadar o tarafa gider isen ma’şukun tarafı olan bu taraf senden o kadar yüz çevirir; ve sen ne kadar dünyâ ehli ile uyuşmaya rağbet edersen o sana o kadar uyumsuzluk gösterir. “Kim ki zâlime yardımcı olursa, Allah Teâlâ o zâlimi onun üzerine musallat kılar”.
Çünkü öyledir diye sen onun tarafını seçersin. Mâdemki sen onun tarafına gidiyorsun, Hak Teâlâ sonuçta onu sana musallat eder. Herkes deryâdan cevherler ve pek çok kıymetli şeyler çıkardıkları halde senin, bir miktar suya veyâ bir testiye kanman eseflenmen için yeterlidir. Deryâdan su almanın ne kıymeti vardır. Hiç akıllar bununla iftihâr eder mi? Belki âlem bir köpüktür; ve bu deryânın suyu ise evliyânın ilimleridir. Asıl kaynak nerededir? Bu âlem çer çöp dolu köpüktür. Velâkin o dalgaların halden hâle girmesi ve deryânın coşkusu ve dalgaların hareketi nedeniyle o köpük, o toprak güzelleşîr, letâfet kazanır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Züyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil müsevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” (Âl-i İmrân, 3/14) Yânî “Kadın ve oğullar ve kantarlar ile altın ve gümüş ve tam hilkatte hünerli ve nişanlı atlar ve deve ve öküz ve koyun ve ekin şehvetine ve arzusuna muhabbet, insanlar için güzel gösterildi; işte dünyâ hayatının menfaatleri!” Şimdi Cenâb Hak“Züyyine”yâni “güzel gösterildi” buyurmuş olduğundan o yalnız güzel değil, belki güzellikte son mertebededir. Ve onun letâfeti diğer mahallinden olur. Sahte akçe, boyanmış altındandır.
Yâni bu dünyâ köpüktür, sahtedir, kadr ve kıymeti yoktur. Biz onun boyanmış altınıyız. Çünkü “Züyyine lin nâsi” yâni “insanlar için güzel gösterildi” buyruldu. Niçin? der isen, insan Hakk’ın usturlâbıdır. Velâkin bir astrolog lâzımdır ki usturlâbı bilsin; usturlâb sebzeci veyâ bakkalda da bulunabilir; fakat ondan ne fayda sağlar? Veyâ feleğin hâllerini ve onun dönüşlerini ve burçları ve onun te’sirlerini ve değişimlerini, ve bundan başka olanları ne bilir? Bundan dolayı usturlâb, astrolog hakkında faydalıdır. Çünkü “Men ârefe nefsehû fekad ârefe rabbehû” yâni “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Bunun gibi bu bakır usturlâb feleğin hâllerinin aynasıdır;“Ve lekad kerremnâ benî âdeme”(Îsrâ, 17/70) Yâni “Andolsun biz, Âdemoğullarına izzet ve şeref verdik.” âyet-i kerîmesi icâbınca insanın vücûdu, Hakk’ın usturlâbıdır. Mademki Hak Teâlâ onu kendine âlim ve bilici ve âşinâ kılmıştır, kendi vücûdunun usturlâbından Hakk’ın tecellisini ve eşsiz Cemâl’ini an be an görür; ve o cemâl asla bu aynadan hariç olmaz. Hakk’ın kulları vardır ki, onlar kendilerini [hikmet] ve mârifet ve kerâmetler ile örterler. Her ne kadar halkta, onları görebilecek görüş mevcût değil ise de, yine onlar kıskançlıklarının şiddetinden örtünürler. Nitekim Mütenebbî söyler. Beyit: Tercüme: “Sevilenler ziynetlenme ve süslenme kasdı olmaksızın, renk elbisesi giydiler; velâkin onunla cemâl’in muhafazâsı mümkün olur mu?”