Otuzuncu Fasıl Sevilen şeyler sevilmeyen şeylerden ayrı değildir

Mesîhî cerrâh dedi ki: Sadreddîn Konevî’nin ashâbından bir grup benim yanımda su içip şöyle dediler: “Îsâ (a.s.) sizin zannettiginiz gibi Allah’dır; -Hâşâ- Biz bunun doğru olduğunu biliriz; lâkin dîn ehlini korumak için bunu bilerek gizleyip inkâr ederiz.”

Mevlânâ (r.a.) cevâben buyurdular:

Allah’ın düşmanı yalan söyledi. -Hâşâ lillâh – bu söz Allah’ın indinden kavulmuş ve yanıltıcı ve alçak ve yoldan çıkarıcı ve azdırıcı olan şeytanın şarâbından sarhoş olan kimsenin sözüdür. Yahûdîlerin hilelerinden bir mahalden bir mahalle kaçan ve boyu iki arşından daha az olan bir şahsın, yedi kat gökleri muhafâza etmesini nasıl mümkün görürsün? Oysa herbir göğün genişliği beşyüz yıllık ve her bir gök arasının mesâfesi aynı şekilde beşyüz yıllıktır. Ve her bir yeryüzünün arası, diğer yeryüzüne kadar beşyüz yıllık mesâfedir; ve arşın altında deniz vardır; derinliği yine bu kadardır. Allah’ın bir meleği vardır ki, bu deniz topuklarına kadar gelir. Bunları ve bunların katlarını bu sûretlerin en zayıfı olan bir şahsın tasarruf edici ve idâre edici olmasını aklın nasıl kabûl eder de, daha sonra Îsâ (a.s.) göklerin ve yerlerin halk edicisidir, denilir. “Allah, zâlimlerin dediklerinden münezzehdir.”

Mesîhî dedi: “Toprağa mensûb olan kısmı toprağa, pâklığa mensûb olan kısmı da pâklığa gitti. ”

Hz.Pîr-i dest-gir buyurdular:

“Eğer Îsâ (a.s.) ın rûhu, Allah ise, o halde rûhu nereye gitti? Oysa rûh, ancak aslına ve Hâlık’ına gider; ve eğer asıl ise o Hâlık’dır, nereye gider?”

Mesîhî “Biz böyle bulduk ve mezheb edindik” dedi.

Mevlânâ (r.a.) buyurdular:

Eğer babanın mîrâsından sahte, kara, bozuk altını mîrâs olarak bulsan, onu tam âyarda ve hileden sâfi olan altın ile değiştirmeyerek, “Biz böyle bulduk” diye, o sahte altını kabûl eder misin? Yâhut babandan sana çolak olarak kalan bir eli ıslâh edecek bir ilaç ve doktor bulsan: “Ben elimi böyle çolak buldum, değişmesine istekli değilim” der misin? Veyâhut bir bostanda tuzlu su buldun ve baban o bostanda vefât etti ve sen de onun içinde yaşıyorsun. Daha sonra sana, bir başka bostan hediye edildi ki suyu lezzetli, sebzesi tatlı ve içinde yaşayanlar kusursuz bünyelidir. Sen oraya taşınmaya rağbet etmiyorsun. Oysa onun lezzetli suyunu içsen, senden hastalıklar ve illetler gider. Sen ise, “Biz illetlerle mîrâs bırakılmış ve tuzlu suyu bulunan bu bostanı bulduk”, deyip yetiniyorsun. Hâşâ doğru akıl ve his sâhibi olan kimse bunu yapmaz ve demez.

Gerçekte Hak Teâlâ sana babanın aklından başka bir akıl keskinliği ve babanın bakış açısından başka bir bakış açısı keskinliği ve bir ayırıcılık keskinliği ihsân etti. Şimdi bakışını ve aklını devre dışı bırakma ve seni aşağılara düşüren ve hidâyetten uzak kılan şeyi aklen iyice araştırıp tetkîk et. Eğer bir kimsenin babası ayakkabıcı olsa ve kendisi sultânın huzûruna ulaşıp, ona meliklerin âdâbı ve silahtarlık öğretilse ve yüksek mevkîiler verilse, o kimse asla, “Biz babamızdan ayakkabıcılık bulduk, bu mertebeyi istemeyiz. Ey sultan bana ayakkabıcıların çarşısında bir dükkan ihsân et” demez. Eğer köpeğe avcılık öğretilip, sultânın avcısı olsa, alçaklığının kemâliyle berâber, babasından ve anasından bulduğu virânelerde ve çamurlarda sakin olmak ve pisliklere açgözlülük etmek tabîatlarını unutup, sultânın kuvvetlerine ve avcılığa tâbî olur. Ve aynı şekilde doğan kuşunu pâdişâh terbiye etse, asla “Biz babamızdan dağların zirvelerini ve leşleri yemeyi bulduk; bundan dolayı sultânın emrine ve avlanmasına iltifat etmeyiz” demez.

Şimdi hayvanın aklı ebeveyninden bulduğu şeyden daha güzeline teşebbüs ederse, akıl ve ayırt etme kuvvetiyle yeryüzündekiler üzerine üstün tutulmuş olan insan, çok açık bir kabahâti ayırt etmede hayvândan daha aşağı olur mu? “Bundan Allah’a sığınırız.” Evet Hz. Îsâ’nın Rabb’i Îsâ’dan daha azîzdir ve ona daha yakındır. “Îsâ’ya hizmet eden, Rabb’e hizmet etti ve ona itâat eden Rabb’e itâat etti” denilirse doğru olur.

Şimdi Hak Teâlâ Hazretleri Îsâ’dan daha fâziletli bir nebî gönderdiğinde ve Îsâ’nın elinde açığa çıkardığını ve ondan daha fazlasını onun elinde açığa çıkardığı zaman, aynı için değil, Allah için bu nebîye tâbi olmak mecburi olur; ve onun “ayn”ına ancak Allah için ibâdet edilir. Ve o nebînin “ayn”ı, ancak Allah için sevilir; ve Allah’ın mâsivâsı ancak Allah için sevilir. “Ve enne ilâ rabbikel muntehâ” (Necm, 53/42) yâni “Şüphesiz ki en son varış ancak Rabb’inedir.” En son varış yerinin ma’nâsı budur ki; Allah’a varıncaya kadar, gayra muhabbetin ve gayrı istemen, onun “ayn”ına muhabbetindir. Şiir: Nazmen tercüme:

“Bir hevesten ileri gelir örtü konulması Ka’be’ye

Yoksa yeterlidir nâzenîn cemâli Ka’be’nin.”

Mısra': Nazmen tercüme:

“Sürme çekmek gözlere benzer mi hiç,

Hakk’ın kudretinde çekilmiş sürmeye.”

Elbisenin eskiliği ve pejmürdeliği, zenginin lütfunu ve ihtişâmı saklar. Ve aynı şekilde elbisenin yeniliği ve güzelliği fakîrlerin sîmâlarını ve onların mânevi yüzlerini ve kemâllerini gizler. Dervişin elbisesi yırtıldığı zaman, kalbi açılır.

Baş vardır ki altından yapılmış külâh ile ziynetlenir; ve yine vardır ki değerli taşlarla süslenmiş tâc ile onun kâkülünün güzelliği örtülmüş olur. Çünkü güzellerin kâkülü, âşkı çekicidir ve gönlün tahtgâhıdır; değerli taşlar ile süslü olan tâc mâdendir. O ma’şûkun örtüsü gönüldür.

Süleyman’ın yüzüğünü her şey içinde aradık, fakr içinde bulduk. Bu habîb olana karşı, bütün hileleri kullandık; buna râzı olduğu kadar, hiçbir şeye râzı olmadı. Ben şâhidlik ediciyim; işimin inceliği bu olmuştur; nasıl bilmem! Mânîleri bu kaldırır. Perdeleri bu yakar. Bütün itâat etmelerin aslı budur; gerisi ikinci derecededir. Nitekim koyunu boğazlarsın ve derisinin yüzülmesine faydası olsun diye bacağından üflersin. Oruç, zevk hazinelerinin bulunduğu yokluk tarafına götürür. Nitekim Kur’ân’da “vallâhu meas sâbirîn” (Bakara, 2/249) yâni “Şüphesiz ki Allah sabredenlerle berâberdir” buyrulmuştur.

Çarşıda her ne kadar dükkân varsa ya gıdâya, ya içeceğe veyâ ev eşyasına veyâ bir mala veyâhut bir san’ata dâirdir. Onlardan her birinin sebebi, insân nefsindeki ihtiyâçtır, o sebeb ise gizlidir. O şey, lâzım olmadıkça, o sebeb hareket etmez ve ortaya çıkmaz. İşte bunun gibi, insân rûhunda da, her bir milletten ve her bir dinden ve her bir kerâmetten ve bir mu’cizeden ve butün nebîlerin hallerinden bir emâre vardır. O ihtiyâç hareket etmedikçe, o emâre de hareket etmez ve ortaya çıkmaz. “Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” (Yasin, 36/12) yâni “Zaten biz her şeyi apaçık bir kitapta yazıp saymışızdır.“

Sordular ki: “İyiliğin ve kötülüğün fâili ve te’sir edeni bir şey midir, yoksa iki şey midir?” Cevâben buyurdular:

Kararsızlık anında, münâkaşada bulunmaları yönünden elbette iki olurlar; çünkü bir kimse kendi kendine muhâlefet etmez; ve kötülüğün iyilikten ayrılmaması yönünden de ikidir; çünkü iyilik, kötülüğün terkidir ve kötülüğün terki kötülüksüz mümkün değildir. İzâhı budur ki, kötülüğün terki iyiliktir. Eğer iyilik hasleti olmasa idi, kötülüğün terki bulunmaz idi. Bundan dolayı mecûsîlerin “Yezdan iyiliklerin ve Ehrimen kötülüklerin ve nefret edilen şeylerin hâlıkıdır” dedikleri yön ile, ayrıca şer yoktur. Biz onlara cevâben deriz ki:

Sevilen şeyler sevilmeyen şeylerden ayrı değildir. Çünkü sevilmeyensiz sevilen mümkün değildir. Sevinç, gamın gitmesidir. Gamın gitmesi ise gamsız mümkün değildir. Şu halde bunlar, ayrılmaz bir şey olurlar. Bir şey fânî olmadıkça, onun faydası gözükmez. Nitekim sözün harfleri, konuşma sırasında fânî olmadıkça, onun faydası dinleyene ulaşmaz. Her kim ârifi kötülerse, hakîkatte onu över; çünkü ârif o fenâ sıfattan kaçıcıdır; kötülemenin dönücü olduğu o fenâ sıfata düşmandır. Bundan dolayı o sıfatı kötüleyen kimse, ârifin düşmanını kötüler ve ârifin öveni olur. Çünku ârif böyle bir kötülenmişten kaçar. Kötülenmişten kaçan kimse ise övülmüş olur. Ve eşya zıddı ile anlaşılır. Bundan dolayı ârif hakîkatte o kimsenin, kendisinin düşmanı ve kötüleyicisi olmadığını bilir. Kendisi ise girilmesi yasaklanmış bağ misâlidir ve etrafında bir duvar vardır. O duvarın üstünde de bağın görülmesine engel olan birtakım engeller ve dikenler mevcûddur. O kimse o duvarı ve tantanayı görüp onları kötüler. Bundan dolayı o bağa ne! Ancak bu kötüleme onun hakkında zararlıdır; çünkü o kötülemeyi bağa kadar ulaştırmak için ilk olarak duvar hakkında yapmak lâzım gelir. Bundan dolayı bu duvarı kötülemesi o kimseyi bağdan uzak kılar. O halde kendisini helâk etmiş olur. Şimdi Mustafâ (a.s.v.) “Ben dahûk-i katûlüm yânî öldürürken güldürenim” buyurdu. Yâni benim bir düşmanım yoktur. Şu halde ne sebeble kahır içinde gazâblı olsun. Cenab-ı Fahr-i âlem (s.a.v.) bir kâfirin yüz şekilde kendisini öldürmemesi için, onu bir şekil ile öldürür. Hiç şüphesiz bu öldürmede güldürme olur.