Otuzbirinci Fasıl Muhâl olan şeye tahammül çok büyük bir mücâhededir

Dâimâ zabtiye hırsızları arar; hırsızlar ise ondan kaçar. Bu acâib olmuştur ki, bir hırsız zabtiyeyi arar ve zabtiyeyi tutmak ister. Hak Teâlâ Bâyezîd’e “Ne istersin?” dedi. Bâyezîd “İstememekliğimi isterim” diye cevâb verdi.

Şimdi… insanın iki hâli vardır. Ya ister, ya istemez. İşte hiçbir şeyi istememek, insanlık sıfatı değildir; böyle bir kimse kendinden boş olmuş ve bütünüyle kalmamıştır. Çünkü o, kalmış olsaydı, onda insanlık sıfatı mevcûd olur ve o halde ya ister veyâ istemezdi. Şimdi Hak Teâlâ ondan sonra onu ikilik ve ayrılık sığmayacak ve tam kavuşma ve birlik bulunacak olan bir makâma ulaştırarak kâmil yapmak ve tam bir şeyh yapmak istedi. Çünkü bütün elemler, senin bir şey istemenden ve onun da kolay olmamasından kaynaklanır. İstemediğin zaman, elem de kalmaz.

İnsanlar kısımlara ayrılmıştır ve onların Hakk yolunda mertebeleri vardır. Bâzıları kalben ve fikren istedikleri şeyi çalışıp çabalayarak fiile getirmek isterler. Bu beşerin elinde değildir. Onu Hakk’ın cezbesinden başkası ortaya çıkaramaz. “Ve kul câel hakku ve zehekal bâtıl, innel bâtıle kâne zehûkâ” (İsrâ, 17/81) yâni “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Şüphesiz ki bâtıl dâima zâil olucudur” ve “Ey mü’min durma geç; çünkü senin nûrun, benim ateşimi söndürüyor.” Tamâmen hakîkî îmân sâhibi olan mü’min ancak Hakk’ın işlediği fiii işler. O fiil ister kendisinin ve ister Hakk’ın cezbesi olsun.

Mustafâ (s.a.v.) den sonra vahiy olmaz derler. Niçin olmasın? Olur; ancak ona vahiy demezler. “Mü’min Allah’ın nûruyla bakar” dediklerinin ma’nâsı budur. Bir kimse Hudâ nûru ile baktığı zaman, evvel ve âhir ve gaybta olan ve hâzır olan her şeyi görür. Çünkü Hudâ nûrundan böyle bir şey nasıl örtülü kalır? Ve eğer örtülü kalırsa o, Hudâ nûru değildir. Şimdi her ne kadar ona vahiy denmez ise de, onda vahyin ma’nâsı vardır.

Osman (r.a.) halîfe oldu; minbere çıktı. Halk ne buyuracak? diye bekliyordu. Suskun bir halde bakıp hiçbir şey söylemez idi. Halk üzerine bir hâl ve vecd geldi; öyle ki, dışarıya çıkmaga güçleri kalmadı ve birbirlerine ve nerede oturduklarına şuûrları olmadı. Yüz zikir yapma ve vaaz ve hutbe ile onlara öyle bir hoş hâl olmamış idi. Öyle faydalı şeyler ve açılımlar oluştu ve sırlar bilindi ki, bu kadar amel ve vaaz ile olmamıştı. Meclisin sonlarına kadar, böyle bakar ve bir şey buyurmaz idi. Aşağıya inmek istediğinde “Sizin için faâl olan imâm, çok konuşan imâmdan hayırlı ve iyidir” deyip indi.

Doğru buyurdu. Mâdemki sözden amaç, faydadır ve ahlâkı düzeltmektir; söz söylemeksizin bu faydanın katlarını hâsıl etmiş idiler ve bu faydanın hâsıl oluşu kolay oldu; bundan dolayı buyurdukları sevâbın aynı idi. Gelelim kendisine “faâl” demesine. Gerçi minberde o hal içinde görünüşte bir fiil icrâ etmedi ki onu gözle görmek mümkün olsun. Namaz kılmadı, hacc etmedi; hutbe okumadı; bunlardan hiç birisi olmadı.

Şimdi bildik ki amel ve fiil denilen şey, sâdece o sûretler değildir; belki bu sûretler o amelin sûretidir. O amel ise candır. Nitekim Mustafâ (s.a.v.) “Ashâbım yıldızlar gibidir; hangisini kılavuz alırsanız, hidâyet bulursunuz” buyururlar idi. Bir kimse yıldızlara bakıp yol kat’ eder. Hiç yıldızlar ona söz söyler mi? Hayır, ancak sâdece o yıldızlara bakmak ile yolu tanır ve gitmek istediği yere ulaşır. İşte böylece senin Hakk’ın evliyâsına bakman ile onların sende tasarrufu ve sözsüz ve bağış olarak maksatların hâsıl olması ve seni ulaşmak istediğin yere eriştirmeleri mumkündir. Beyit: Tercüme:

“Kim isterse bana baksın; çünkü benim görünüşüm ve sûretim, aşkı kolay zannedenlere bir uyarıdır.”

Âlemde cidden muhâl olan şeye tahammülden daha güç hiçbir şey yoktur. Örneğin sen bir kitap okuyup düzeltmiş ve kelime ve cümle sonlarındaki harf ve harekelerini koymuş olursun; birisi yanında oturup, o kitâbı yanlış okur; hiç ona tahammül edebilir misin? Mümkün değildir. Eğer onu okumamış olsan, mâdemki sen eğriyi ve doğruyu ayırmamışsın; ister yanlış okusunlar, ister doğru okusunlar, farketmez. Bundan dolayı muhâl olan şeye tahammül çok büyük bir mücâhededir.

Şimdi. Nebîler nefislerini mücâhededen geri bırakmazlar.Mücâhedelerinin en başı nefsin katli ve şehvetlerin terkidir; o da en büyük cihâddır. Ne zamanki ulaşıp emîn makâmında bulundular ve onlara eğri ve doğru açıldı, bildiler. Ondan sonra çok büyük bir mücâhedede bulundular. Çünkü bu halkın fiilleri hep eğridir ve nebîler onları görüp tahammül ederler. Eğer tahammül etmeyip de söyleseler ve onların eğriliklerini ve doğruluklarını beyân etseler, hiçbir kimse onların huzûrunda durmaz ve onlara müslümanların selâmını vermez. Ancak Hak Teâlâ onlara, çok büyük bir güç ve çok geniş bir anlayış ihsân etmiş olduğundan tahammül edip, halka ağır gelmemesi ve eğriliklerinin örtülü kalması için, yüz eğriliklerden birisini söylerler; ve yavaşça bu eğrilikleri birer birer onlardan kaldırmak için, belki eğri doğrudur, diye onu överler. Nitekim öğretmen bir çocuğa yazı çalıştırır. Satır yazma derecesine getirince, o çocuk, satır yazıp öğretmene gösterir; öğretmene göre, onun hepsi eğridir ve fenâdır. Oysa san’atı gereğince yüzüne gülerek “Hepsi iyidir; âferîn, âferîn, ancak satır arasında bu bir harf fenâ olmuştur; böyle yazmak lâzımdır” deyip onu gösterir. Çocuğun gönlü ürküp tenbel olmamak ve çalışkan gözükmek için diğerlerini de güzelleştirir. İşte böylece derece derece eğitim ile fayda oluşur.

İnşâallah Hak Teâlâ’nın Emîr Pervâne’nin gönlünde ne varsa ve ne isterse onlara nâil etmesini ve gönlüne gelmeyen ve ne olduğunu bilmemesi dolayısıyla istemediği şeylere ve büyük saâdetlere ulaştırmasını ümîd ederiz. Aslın aslı ise bu hâtıra gelmeyen şeylerin ihsânıdır; bunun kolaylaştırılmış olması ümîd edilir. Onu gördüğü ve vâkıf olduğu ve o lütuflar kendisine ulaştığı zaman, bu önceki isteklerden ve temennîlerden, ona utanma gelip “Benim indimde böyle bir şey varmış; acâîb şeydir böyle bir büyük saâdet ve ni’met ile ben onları nasıl temennî edermişim” diye mahcûb olur.

Lütuf, insanın vehmine gelmeyen ve hâtırından geçmeyen şeye derler. Çünkü hâtırdan geçen şey onun himmetinin ve değerinin ölçüsü olur. Hakk’ın lütfu da Hakk’ın kadrinin ölçüsüdür. Bundan dolayı Hakk’ın lütfu kulun vehmi ve himmeti lâyığınca değil, Hakk’ın lâyığınca olur. Nitekim “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, beşer kalbinin hâtıra getirmediği…” hadîs-i kudsisinde işâret buyrulmuştur. Tefsîri budur ki: Gerçi senin ümîd ettiğin lütuflarımı, gözler görmüş ve kulaklar onun gibisini işitmiştir; ve onun gibisi gönüllerde tasavvur edilmiştir. Fakat benim lütfum, bunların hepsinin dışında ve hepsinin ötesindedir.