Onu vahşî hayvan sûretinde gördüm. Üzerinde tilki derisi vardı; onu tutmak istedim. Oysa küçük bir çardakta, merdiven ayağından bakıyordu. Ellerini kaldırdı, böyle böyle sıçradı. Ondan sonra onun yanında “sansar” sûretinde filânü’d-dîni gördüm sıçrar idi. Onu tuttum, beni ısırmak istedi; başını ayaklarımın altına aldım. İçinde ne varsa hepsi çıkıncaya kadar iyice ezdim. Daha sonra cildinin güzelliğine bakıp dedim ki: “Bu cild, altın ve elmas ve inci ve yakut ve bunlardan daha kıymetli şeyler doldurulmaya layıktır.” Ondan sonra “Ben istediğimi aldım; ey zıplak, nereye istersen zıpla ve gözün hangi tarafı görürse oraya sıçra” dedim. Onun sıçraması o, (yâni sansar sûretinde görülen şahıs) Şihâbiyye’den incelikleri ve diğerlerini tasavvur edip kalbinde muhâfaza eder. O, muhâfazasına çalıştığı ve lezzet aldığı bu yoldan her bir şeyi ve her bir kimseyi, idrâk etmek isterse de, bu mümkün değildir. Çünkü ârif ve onun hâli bu ağ ile avlanamaz; ve doğru ve istikâmet üzere olsa dahî, bu ava, o ağlar ile yetişmek mümkün olmaz.
Şimdi ârif, idrâk edilebilenin idrâki işinde muhtardır. Bir kimsenin onu idrâk etmesi, ancak ârifin tercihi ile mümkün olur. Nitekim sen avlanmak için pusuya yattın. O av senin niyetini ve hileni görür. O muhtârdır; onun geçeceği yollar, senin tuzak kurduğun yola mahsûs değildir. O senin pusundan geçmeyip, yolların birinden geçer; Allah’ın arzı geniştir. “Ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe” (Bakara, 2/255) yâni “Mahlûkları onun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi mümkün değil kavrayamazlar.” Şimdi bu incelikler lisânına ve idrâkine geldiği zaman, incelik olarak kalmaz, belki sana ulaşması sebebiyle bozulur. Nasıl ki ârifin diline ve idrâkine gelen her bozukluk ve doğruluk o hâli üzere kalmaz; belki başka bir şey olur. İnâyetlere ve kerâmetlere bürünür ve örtünür.
Asâyı görmüyor musun? Mûsâ (a.s.)ın elinde nasıl örtündü? Asâ şeklinde olduğu üzere kalmadı. Resûl (a.s.)ın elinde “Hannâne sütûnu” ve kamış ve Îsâ (a.s.)ın ağzında duâ ve Dâvud (a.s.)ın elinde demir ve dağın onun ile hâli, şekilleri üzere kalmadı; belki olduğu halden başka bir şey oldu. İşte bunun gibi incelikler ve duâlar bir zulmânî ve cismânîde vukû bulduğu zaman, bulunduğu hâl üzere kalmazlar. Beyit: İzâhen tercüme:
“Sen, zâtında senin ile oldukça Ka’be, ibâdetin ve itâatin ile bir günâh ve ahlâksızlık hânesi haline gelir. Ka’be’nin sana karşı Ka’be’liği kalmaz; belki bir günâh ve ahlâksızlık hânesi hükmünde olur. Çünkü Hakk’a değil, kesîf vücûdunun hazzına ibâdet etmiş olursun ve meyhâne ve umûmhâne gibi yerler ise, nefsin hazzına ibâdet edilen yerlerdir. Bundan dolayı ilâhi isimlerin zikrine, Allah’ın kulları üzerinde tasarruf kastıyla değil, hâlis olarak Allah’ın vechi için devâm edip “ve lâ yuşrik bi ibâdeti rabbihî ehadâ” (Kehf ,18/110) yâni “…Rabb’ına ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın” yüksek emrine uyarak Hakk’a ibâdete nefsi ortak etmemelidir.
Kâfir yedi mîdelik kadar yemek yer. Habersiz olan ferrâşın (Pervâne’nin) tercihi olan bu eşek sıpası kişi de yedi mîdelik kadar yer. Eğer bir mîdelik kadar yemiş olsaydı, yetmiş mîdelik kadar yemiş olurdu.
Muhabbet edilen cinsinden olan her şey muhabbet edilen olduğu gibi, sevilmeyen cinsinden olan her şey de sevilmeyendir. Ve eğer ferrâş (Pervâne) burada olsaydı, ben onun yanına gidip nasîhat ederdim ve o kişiyi uzaklaştırıp kovmadıkça, onun yanından çıkmazdım. Çünkü dînini ve kalbini ve rûhunu ve aklını bozar. Keşke şarâp içmek ve şarkı söyleyen câriyeler ile meşgûl olmak gibi fesatlıklara meyilli olsaydı da, inâyet sâhibinin inâyetlerine kavuştuğu zaman, bu fesâtlıklar iyiliklere dönüşmüş olsa idi. Ancak o, hâneyi seccâdeler ile doldurdu. Ne olaydı ki sen o şahsı, seccâdeye sarıp yaksaydın da, Pervâne ondan ve onun şerrinden kurtulmuş olsaydı. Çünkü onun inancını inâyet sâhibinden bozar ve o inâyet sâhibinin gelişinde gözüyle işâret edip onu ayıplar. O ferrâş (Pervâne) ise sessiz kalıp nefsini helâk eder ve onu tesbîhler ve virdler ve duâlar ile avladı.
Ümîd edilir ki bir gün, Hak Teâlâ Hazretleri inâyetlerin sâhibinin rahmetinden geç bırakıp uzaklaştıranı o Pervâne’nin gözüne gösterir. Ve o zaman o, eli ile boynuna vurup der ki: “Beni helâk ettin; hattâ benim günâhlarım ve fiillerimin sûretleri toplandı. Keşfiyatta görüldüğü gibi, kabahâtli amellerim ve ayıplanmış bozuk inançlar arkamda, evin köşesinde toplanmıştır. Ben ise onu kendimde inâyet sâhibinden gizler ve arkama atarım. Oysa o, benim gizlediklerime vâkıftır.”
İnâyet sâhibi der ki: “Sen neyi saklıyorsun? Nefsim kudret elinde olan Ecell ve A’lâ’ Zât’a yemîn ederim ki; eğer bu kötü ve pis sûretleri dâvet etsem; birer birer apaçık olarak benim huzûruma gelir ve kendisini gösterip, hâlinden ve kendisinde gizlenmiş olan şeylerden haber verir.” Hak Teâlâ, mazlûmları, bunlar gibi yol kesicilerden ve Hak yolundaki mânîlerinden kurtarsın.
Melîklere uygun olarak şehir ehlinden savaşmaya kudreti olmayanlara göstermek için, savaşçıların çarpışmalarına ve düşmanın başının kesilmesine ve yuvarlanmasına ve savaşanların hamle ve saldırılarına ve gâh hücûmlarına ve gâh geri çekilmelerine örnek olsun diye, meydanda cirit oynarlar ve top yuvarlarlar. Şimdi bu oyun tecrübe meydanında bir ciddiyet içindir ki, o ciddiyyet dahî savaşta gerçekleşir. Ehlullah için namaz ve sema’ da bunun gibidir. Onlar sır olarak işittiklerini, ilâhi emirlere ve yasaklara uygunluktan dolayı onları bağlamak ve teşvîk için ilgili olanlara gösterirler. Semâ’da nağmeleri okuyan, namazda imâm gibidir; ve sema’ edenler ona uyarlar. Eğer nağmeleri ağır okursa, onlar da ağır raks ederler; ve eğer hafîf okursa, onlar da hafîf raks ederler. Bu hâl emîr ve yasakların seslenicisi olan bâtında onların tâbî oluşlarına örnek olarak gerçekleşir.