Otuzsekizinci Fasıl Mustafâ (salavâtullâhi aleyh)e “ümmî” derlerdi

Mustafâ (s.a.v.) sahâbe ile oturmuşlar idi; kâfirler i’tirâza başladılar. Onlara cevâben buyurdular ki: “Sonuçta siz de âlemde vahiy sâhibi bir kimse olduğuna ve vahyin ona nâzil olduğuna ve öyle herkese gelmediğine ve o kimsenin alâmetleri ve nişânları bulunduğuna ve bu nişân ve alâmetin o kimsenin sözünde, fiilinde ve bütün parçalarında olduğuna ittifâk ile i’tirâf ediyorsunuz. Şimdi mâdemki o nişânları gördünüz; ona yöneliniz ve onu sıkı tutunuz ki, sizin elinizden tutucu olsun”.

Onlar mağlûb oldular ve artık sözleri kalmadı. Ellerini kılıca vurdular ve tekrâr gelip ashâbı rencîde ettiler, dövdüler ve alay ettiler. Mustafâ (s.a.v.) buyurdular ki:

“Onlar bizim üzerimize gâlib oldular ve dîni bu şekilde gâlib olarak ortaya çıkardılar dememeleri için, sabrediniz. Hak Teâlâ bu dîni ortaya çıkaracaktır.”

Ve sahâbe uzun süre namazı gizli kıldılar ve Mustafâ (a.s.) nın ismini gizli zikrettiler. Nihâyet bir müddet sonra, “Siz de kılıç çekiniz ve savaşınız!” diye vahiy geldi.

Mustafâ (salavâtullâhi aleyh)e “ümmî” derlerdi. Onun ümmîliği yazı yazmaya ve ilimlere muktedir olmamasından değildi. Bu sendeki yazı ve ilimlerin ve hikmetin onda anadan doğma olmasından ve sonradan kazanılmış olmamasından dolayı ona “ümmî” derler idi. Ay üzerine yazı yazan, kağıt üzerine yazı yazmasını nasıl bilmez; ve âlemde onun bilmediği ne olur? Çünkü herkes ondan öğreniyorlar. Cüz’i aklın bir şeye vâkıf oluşu olsunda, küllî aklın ona vâkıf oluşu olmasın.

Cüz’i akıl cinsi görülmemiş olan yeni bir şeyi kendi kendine keşfetmeye muktedir değildir. İnsanların yazdıkları kitaplar ve gösterdikleri mühendislikler ve yaptıkları yapılar, yeni bir îcâd değildir. Onu görmüşler ve çoğaltmışlardır. Yeniden keşif yapanlar küllî akıldırlar. Cüz’i akıl, öğrenmeyi kabûl eder ve öğrenmeye muhtâctır. Küllî akıl ise öğretmendir, öğrenmeye muhtâc degildir. Ve bütün san’atların bu şekilde derinine insen, aslı ve başlangıcı vahiy olmuştur; ve külli akıl olan nebîlerden öğrenmişlerdir. Nitekim Kâbil Hâbil’i öldürmüş idi; ne yapacağını bilmedi. Bir karga bir kargayı öldürdü; toprağı kazdı, o kargayı defnetti; üzerine de toprak örttü. Kâbil karganın öğrettiği şekilde mezar kazdı ve defnetmenin usûlünü öğrendi. Ve mesleklerin hepsi böyledir. Her kimde cüz’i akıl varsa öğretime muhtactır; külli akıl ise, her şeyin vaz’ edicisidir ve onlar cüz’i aklı, küllî akla birleştirip berâber olmuşlardır. Meselâ el ve ayak ve göz ve kulak, gönülden ve akıldan öğretimi kabûl ederler. Ayak akıldan yürümeyi ve el tutmayı, göz görmeyi ve kulak işitmeyi öğrenir. Fakat eğer gönül ve akıl olmazsa, duyular aslâ iş göremez.

Şimdi… böylece bu cisim, akla ve gönüle göre kesîftir; ve onlar ise latîftir. Ve bu kesîf, o latîf ile ayaktadır. Ve eğer letâfeti ve tâzeliği varsa, ondan alır. Onsuz devre dışı ve bulanık ve kesîftir. İşte böylece cüz’i akıllar da, küllî akla göre âlettir, ondan öğrenir ve ondan istifâde eder, ve küllî aklın karşısında kesîf ve bulanıktır.

Birisi dedi ki: “Beni himmetle yâd et! Asıl olan himmettir. O olmadıkça söz olmaz. Söz fer’dir.”

Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

“Sonuçta bu himmet, cisimler âleminden önce, rûhlar âleminde mevcûd idi. Bundan dolayı bizim için maslahatsız, onu cisimler âleminde görmek muhâl olur. Şimdi söz te’sir edicidir ve pür faydadır. Kayısı çekirdeğinin içini yere dikersen, birşey çıkmaz. Kabuğu ile berâber diktiğin zaman gelişip büyür. Şu halde sûretin de te’sir edici olduğu anlaşıldı. Namaz da bâtında olur. Nitekim “Ancak kalb huzûru ile namaz olur” buyrulmuştur. Fakat sûretini icrâ etmek ve rükû’ ve secde etmek lâzımdır ki, daha sonra anlayan olasın ve maksâda erişesin.

“Ellezîne hüm alâ salâtihim dâimûn” (Mearic, 70/23) yâni “Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında dâimdirler” âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan namaz, bu namazın rûhudur; namazın sûreti geçicidir, o dâim olamaz. Çünkü âlemin rûhu deryâdır, buna nihâyet yoktur. Cisim ise sâhildir ve bir karadır, sınırları olur. Ve dâimi namaz, rûhdan başkasının elinden gelmez. Bundan dolayı rûhun rükû’u ve secdesi vardır; fakat bu rükû’ ve secdeyi sûret ile zâhir kılmak lâzımdır. Çünkü ma’nanın sûrete bağlantısı vardır; ikisi berâber olmadıkça fayda vermez. Nitekim kabuksuz bir çekirdek gelişip büyüyemez.

Sen “Sûret ma’nanın fer’idir ve sûret tebâsı, gönül ise pâdişâhtır” diyorsun. Nihâyet, “Bu isimler izâfidirler, bu onun fer’idir” diye nasıl dersin? Fer’ olmadıkça asıl olmanın ismi ona nasıl isnâd edilir? Bundan dolayı o asıl bundan da fer’ oldu. Eğer bu fer’ olmasaydı, onun ismi olmazdı. “Rab” dediğin zaman, çâresiz bir “merbûb yâni Rabb’i olan” lâzımdır; ve “hâkim” dediğin zaman bir “mahkûm” gerektirir. Hüsâmeddin Erzincânî fukarâ hizmetine ulaşmazdan önce onlarla sohbet eder idi ve çok büyük bir bahsedici idi. Her nereye giderse ciddiyet ile bahseder ve karşılıklı konuşur idi; hoş söyler idi. Ammâ ne zamanki dervişler ile berâber oturdu, o bahsetme ve konuşmalar gönlünde soğudu. Mısra': Tercüme:

“Aşkı ancak bir başka aşk izâle eder.”

“Allah ile oturmak isteyen, tasavvuf ehli ile berâber otursun.” Bu ilimler fukâra hallerine göre bir oyundur ve ömrü zâyi’ etmektir. Nitekim Kur’an-ı Mecîd’de “İnnemel hayâtüd dünyâ laibun ve lehv” (Muhammed, 47/36) yâni “Dünyâ hayâtı ancak bir oyun ve bir eğlencedir” buyrulmuştur.

Şimdi… bir insan olgun ve akıllı ve kâmil olunca, artık oyunla meşgûl olmaz; olsa da, utanmanın şiddeti sebebiyle gizler. Onun bu boş sözleri ve hevesleri hep havadır. İnsan ise topraktır. Hava toprak ile karıştığı zaman, her nereye gitse gözleri hasta eder; ve onun vücûdunda bulanıklık ve i’tirâzdan başka bir şey hâsıl olmaz. Ammâ şimdi toprak olduğundan, işittigi her bir söz ile ağlar; gözünün yaşı akarsu gibidir. Nitekim âyet-i Kerîme’de işâret buyrulur: “terâ a’yunehum tefîdu mined dem’i” (Maide, 5/83) yâni “…Gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.” Şimdi… Hava yerine toprağa su dökülürse, iş aksine olur. Toprak suyu bulduğunda, üzerinde yeşillik ve reyhan ve menekşe ve gül çıkar.

Bu fakr yolu bir yoldur ki, onda arzûlarının hepsine nâil olursun. Temennî etmiş olduğun her ne şey varsa, mutlaka o yolda sana gelir. Askerleri mağlûb etmek ve düşmanlara karşı zafer bulmak ve memleketler zabtetmek ve halkı itaât ettirmek ve akrâna üstün gelmek ve doğru ve düzgün ve anlaşılır söylemler ve’l-hâsıl her ne murâdın olursa, fakr yolunu seçtiğin zaman, bunların hepsi sana gelir. Diğer yolların tersine olarak bu yolda şikâyet eden kimse yoktur. Her kim o diğer yollara sâlik oldu ve çalıştı ise, binde birinin isteği hâsıl oldu. O da gönlü hoş ve rahat bulmuş olarak değil; çünkü her bir yolun ondaki isteğin hâsıl olması için bir sebebi ve bir usûlü vardır; ve istek ancak sebepler yolundan hâsıl olur. O yol ise uzak ve mani’ âfeti ile doludur. Çünkü o sebepler istekten farklı olur.

Şimdi… Fakr âlemine gelip çalıştığın zaman, Hak Teâlâ sana vehmine getirmemiş olduğun mülkleri ve ilimleri ve âlemleri ihsân eder; ve sen “Eyvâh, böyle bir şey var iken, niçin böyle bir hakîr şey istedim durdum!” diye daha önce temennî edip istediğin şeyden utanırsın. Hak Teâlâ buyurur ki: “Gerçekten sen ondan münezzeh olduğun zaman istemezsin ve bîzârsın; fakat o zaman, hâtırından geçmiş idi. Bizim için terkettin. Bizim keremimiz sonsuzdur. Elbet onu da sana kolaylaştırdım. Nitekim Mustafâ (a.s.) doğru ve düzgün ve anlaşılır söylemlere ulaşmazdan önce Arapçayı görüp “Keşke benim de böyle doğru ve düzgün ve anlaşılır konuşmam olsa idi” dedi. Ne zamanki ona gayb âlemi açıldı ve Hakk’ın mesti oldu, o taleb ve temennî tamamen gönlünde soğudu. Hak Teâlâ buyurdu ki:

“İstemiş olduğun o doğru ve düzgün ve anlaşılır söylemi sana verdim.” “Ya Rab! benim ne işime gelir; ondan vageçmişim, istemem” dedi. Hak Teâlâ buyurdu: “Gam yeme, o da bulunsun. Doğru ve düzgün söyleme de kâim olsun ve bunun aslâ ziyânı yoktur.” Hak Teâlâ ona bir kelâm ihsân etti ki, bütün âlem onun zamânından bu zama’nâ kadar söylediklerinin şerhinde türlü türlü bu kadar cilt cilt kitaplar yazdılar; ve bugün de yazmaktalar; halâ onun idrâkinden geridedirler. Hak Teâlâ buyurdu ki: “Senin ismini ashâb zayıf ve hased edicinin şerri korkusu sebebiyle kulaklara yavaşça söylüyorlar; senin azametini bir hadde kadar yayayım ki, yüksek minâreler üzerinde âlemin memleketlerinde beş vakitte bağırsınlar ve yüksek sesler ve güzel nağmeler ile doğuda ve batıda meşhûr olsun.” Şimdi… Her kim kendisini bu yola saldı, onun dînî ve dünyevî istekleri kolaylaştı. Ve hiç bir kimse bu yoldan aslâ şikâyet etmedi. Sözümüz hep nakittir. Nakit, bir adamın ayağı gibidir. Nakil ise adamın ayağı şeklinde ağaçtan yapılmış kalıp gibidir.

Şimdi…

Ağaçtan ayağı bu aslî ayaktan çalmışlardır ve onun ölçüsünü bundan almışlardır. Eğer âlemde ayak olmasa idi, onlar bu kalıbı nereden uyduracaklardı. Şimdi sözlerin bâzısı nakittir ve bâzısı da nakildir ve bir diğerine benzerler. Nakti nakilden farkeder bir ayırıcı lâzımdır. Ayıraç îmândır; küfür ise ayırıcısızlıktır. Görmez misin ki Firavun zamanında, ne zamanki Mûsâ (a.s.)ın asâsı ejder oldu ve sihirbazların değnekleri ve ipleri de cümleten yılan oldu, ayırıcılık sâhibi olmayan kimse, hepsini bir renkte gördü ve farketmedi; ve ayırıcılık sâhibi olan kimseler ise sihiri Hak’dan anlayıp bu ayırıcılık vâsıtasıyla mü’min oldu. Bundan dolayı îmânın ayırıcılık olduğu anlaşıldı.

Sonuçta, bu anlayışın aslı vahiy idi; fakat halkın fikirleri ve duyguları ve tasarrufu ile karışınca o letâfet kalmadı. Ve zamânımızdaki vahyin letâfetine hiç benzer mi? Nitekim bu su sehre “Turut” ismindeki dağdan akmaktadır. Kaynağı oradadır; bak ki ne latîftir ve ne kadar sâfın sâfıdır. Ne zamanki şehre gelir ve şehir halkının mahallelerinden geçer; ve bu kadar halk ellerini ve yüzlerini ve ayaklarını ve a’zalarını ve elbiselerini onda yıkarlar ve hayvanların pislikleri onun içine dökulüp karışır ve oradan başka tarafa akıp gider. Yine o su olduğunu görürsün. Toprağı çamur eder ve susamışı kandırır ve sahrâları yeşillendirir. Fakat bu suyun daha önce sâhip olduğu letâfetinin kalmadığını, ona hoş olmayan şeylerin karışmış olduğunu anlayacak bir ayırıcı lâzımdır. Çünkü “Mü’min zekî, ayırıcı, anlayışlı ve akıllıdır.” Bir ihtiyâr oyun ile meşgûl olunca, akıllı değildir. Eğer yüz yaşında olsa yine çocuktur. Ve eğer çocuk olup oyun ile meşgûl olmasa, o ihtiyârdır. Burada yaşa i’tibâr yoktur. Hak Teâlâ: “min mâin gayri âsin” (Muhammed, 47/15) yâni “Vasfı bozulmayan sudan…” buyurur. Vasfı bozulmayan su odur ki, bütün kirleri temizler; ve kendisine asla te’sîri olmaz. Yine öylece sâf ve latîf durur; ve mi’dede erir ve koku vermez. O da hayât suyudur.

Birisi şu soruyu sordu: “Birisi namazda na’ra atıp ağlasa, namazı bâtıl olur mu, yoksa olmaz mı?”

Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

Bunun ayrıntısı vardır. Eğer o gözyaşı ona algılanabilir şeylerin haricinde başka bir âlem görünmesinden kaynaklanmış ise, gerçi ona göz yaşı derler, acaba gözü ne gördü? Eğer namaz cinsinden ve namazı mükemmel kılan böyle bir şey görmüş ise, namazdan kasıt o olduğundan, onun namazı geçerli ve mükemmel yaş olur. Eğer bunun aksine olarak dünyâ için ağlamış ise veyâ ona bir düşman gâlib gelip kîni sebebiyle gözyaşı gelmiş ise ve yahut “Onun bu kadar serveti vardır; benim yoktur” diye bir kimse hakkında hased etmiş ise, namazı eksik ve noksan ve bâtıl olur. Bundan dolayı îmânın hak ile bâtıl ve nakit ile nakil arasındaki farkı ayırıcılıktan ibâret olduğu anlaşıldı; ve her kimin ayırıcılığı yoksa mahrûmdur.

Şimdi… Bu söylediğimiz sözler hakkında her kimin ayırıcılığı varsa mes’ut ve mutlu oldu; ve her kimin ayırıcılığı yoksa bu söz onun önünde kayıptır. Örneğin akıllı ve aklı şehâdete kâfi iki şehirli gidip bir köylünün menfaati için onu koruyarak şehâdet ederler; fakat köylü cehâleti ile bir şey söyleyiverir. O şehâdet sonuçsuz kalır ve onların mesâîsini ziyân eder. İşte bunun içindir ki “Bir köylünün şâhidi kendisiyle berâberdir” derler. Amma sarhoşluk hâli her yanını kaplayınca, sarhoş artık burada ayırıcı var mıdır, yok mudur? Ve bu sözün hak edeni ve ehli mevcûd mudur, değil midir? Buna bakmaz. Boşu boşuna sarfeder durur. Nitekim bir kadının memeleri süt ile dolunca ağrımaya başlar ve gidip mahallenin köpek yavrularını toplayıp sütünü sağar. Şimdi… Bu söz ayırıcılığı olmayan bir kimsenin eline geçtigi zaman çok kıymetli bir inciyi, onun değerini bilmeyen bir çocuğun eline vermeye benzer. O çocuk senin yanından ayrılınca, eline bir elma verip o cevheri ondan alırlar; çünkü ayırıcılığı yoktur. Bundan dolayı ayırıcılık büyük bir ni’mettir.

Bâyezîd-i Bistâmî’yi (k.s.) babası çocukluğunda fıkıh öğrenmesi için medreseye götürmüş idi. Ders verenin yanına götürdüğünde: “Bu Allah’ın fıkhı mı?” dedi. “Bu Ebû Hanîfe (rahimehullâh)ın fıkhıdır” diye cevâb verdiler. “Ben Allah’ın fıkhını isterim” dedi. Nahiv eğitimi verenin yanına götürdüğü zaman da “Bu Allah’ın nahvi mi?” dedi. “Bu Sibeveyh’in nahvidir” diye cevâb verdiler. “Ben bunu istemiyorum” dedi. Her nereye götürdüler ise, böyle söyledi. Babası âciz kalıp onu kendi hâline bıraktı. Ondan sonra bu taleb ile Bağdad’a geldi. Cüneyd’in hâlini gördüğünde na’ra vurup “İşte Allah’ın fıkhı!” dedi. Mâdemki o sütün emicisidir, kuzunun anasını tanımaması nasıl olur? O ise akıl ve ayırıcılıktan doğmuştur. Sûreti terk et!

Bir şeyh var idi. Mürîdlerini elleri bağlı olarak huzûrunda ayakta tutardı. Ona dediler ki:

“Ey Şeyh! bunları niçin oturtmuyorsun; çünkü bu tarz dervişlerin âdeti değildir. Bu emirlerin ve meliklerin kuralıdır.” Cevâben dedi ki: “Hayır, susunuz; ben onların mes’ut olmaları için bu yola hürmet etmelerini isterim. Gerçi hürmet gönüldedir, ancak “zâhir bâtının ünvânıdır.”

Ünvânın ma’nası nedir? Yâni ünvândan mektubun kime olduğu ve kitâbın ünvânından içinde ne bölümler ve ne kısımlar bulunduğunu bilirler. Zâhir hürmetten ve itaât edişten ve ayakta durmaktan Hakk’a nasıl hürmet edildiği, bâtında anlaşılır. Ve eğer zâhirde hürmet görünmezse, bâtının kaygısız olduğu ve ilâhî erleri hürmet edici tutmadıkları bilinir.