Otuzdokuzuncu Fasıl Güzel sesin var ise gel de dağ içinde bağır

Soruldu ki: “Sultânın hâdim ağası olan Cevher’e hayâtında bir şeyi beş kere telkîn ederler de, sözü anlatamazlar. Öldükten sonra ona ne suâl sorarlar? Çünkü öldükten sonra ona, öğrenmiş olduğu mes’eleleri de unuttururlar.”

Cevap verdim ki: Mâdemki öğrenmiş olduğunu unuttururlar, süphesiz sâf olur ve dergâha lâyık olur. Sen öğrenilmemiş mes’eleleri o saatten şimdiye kadar işitiyorsun ve bâzılarını yarım kabûl ediyorsun ve bâzıları için üzerinde durup bahsediyorsun. Bâtınının red ve kabûlünü ve bahsini hiçbir kimse işitmiyor. Orada bir âlet yoktur; her ne kadar kulak tutsan, derûnundan kulağına bir ses gelmez. Eğer derûnunda arasan, hiçbir söyleyici bulamazsın. Senin bu ziyârete gelmen, ağzın ve dilin olmaksızın “Bana yol gösteriniz ve göstermiş olduğunuz şeyi de daha fazla izah ediniz” diye soru sormanın aynıdır. Ve bizim sizinle bu sessiz veyâ söyleyici olarak oturmamız, o gizli sorularınızın cevâbıdır. Buradan pâdişahın huzûruna döndüğün zaman, o pâdişah ile soru ve cevaptır. Her gün pâdişahın “Niçin durdunuz, niçin baktınız?” diye hizmetkârlarına sorusu vardır. Eğer bir kimsenin derûnunda bir eğri bakış varsa, onun cevâbı da muhakkak eğri gelir veyâhut doğru olan cevâbı söylemek zâhir olmaz. Nitekim dilinde kekemelik olan kimse, sözü her ne kadar dürüst söylemek istese, başarılı olamaz. Kuyumcunun altını taşa vurması sorudur; altın da, işte ben hâlisim yâhut hâlis değilim diye cevap verir. Şiir: Nazmen tercüme:

“Eritip süzdüğün anda sana pota söyler,

Altın mıdır, yoksa bakır mı, boyalı altın mı?”

Açlık “Ten hânesinde bir boşluk vardır. Bir kerpiç ve biraz çamur ver” diye tabîatın sorusudur. Yemek, “Al!” diye cevaptır; ve yememek “Henüz gerek yoktur ve o sıva henüz kurumamış, onun üstüne başka bir sıva yakışmaz” diye cevaptır. Doktorun nabzı tutması sorudur ve damarın hareketi cevaptır. İdrâr tahlil kabına bakış sorudur ve cevâbı sözsüzdür. Çekirdeği yere dikmek, “Bana filân meyve lâzımdır” diye sorudur ve ağacın gelişip büyümesi, sözsüz cevaptır. Çünkü cevap, harfsizdir; sorunun da harfsiz olması gerekir. Ve eğer çekirdek çürürse ve çıkmaz ise, hem sorudur ve hem de “Benim mayam yoktu, ben ne vereyim!” diye cevaptır. “Cevâbı terkin, cevap olduğu anlamadın mı?”

Bir pâdişah arz edilen bir hâli üç def’a okuyup cevap yazmadı. Hâlini arz eden, “Üç def’adır ki huzûra hâlimi arz ediyorum, kabûl ve red her ne olursa emîr buyursunlar” diye bir şikâyetnâme yazdı. Pâdişah arz edilen hâlin arkasına “Cevâbı terk etmenin cevap olduğunu bilmedin mi? Ahmağın cevâbı sükûttur” diye yazdı. Ağacın çıkmaması cevâbı terktir; şüphesiz cevap olur. İnsanın her yaptığı hareket bir sorudur ve onun karşısına ne çıkarsa cevaptır; ve eğer iyi cevap işitirse, şükretmek lâzımdır. Ve onun şükrü, hep o sorunun cinsini etmektir. Çünkü o soruya karşı, iyi cevap alıyor. Ve eğer hoş olmayan, cevap işitirse, istiğfar edip, artık asla o cins soruyu sormamalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de işâret buyrulur: “Fe lev lâ iz câehüm be’sunâ tedarraû ve lâkin kaset kulûbühüm” (En’âm, 6/43) yâni “İşte onlar kendilerine öyle bir azâbımız gelip çattığı zaman yalvarsalar olmaz mıydı? Fakat yürekleri katılaşmış.” Yâni cevâbın, sorularına uygun olduğunu anladılar. “Ve zeyyene lehümüş şeytânu mâ kânû ya’melûn” (En’âm, 6/43) yâni “Şeytan da yapmakta oldukları günâhları süsleyip püslemişti.” Yâni sorularının cevâbını görüp bu cevap yakışıksızdır, o sorunun lâyığı değildir, dediler; ve dumanın ateşten değil, odundan olduğunu bilmediler. Odun her ne kadar kuru olursa, dumanı o kadar az olur. Gül bahçesini bahçıvana emânet ettin, eğer oradan hoş olmayan koku gelirse, kabahat gül bahçesinin değil, bahçıvanındır. Birisine “Ananı niçin öldürdün?” dediler. “Lâyık olmayan bir şeyini gördüm” dedi. “O nâ-mahrem olan adamı öldürseydin” dediler. “Sonra benim her gün bir adam öldürmem lâzım gelirdi” dedi.

Şimdi… Karşına her ne çıkarsa, nefsini terbiye et ki, her gün birisi ile çekişip kavga etmesin. Eğer “Hepsi Allah’ın indindendir” derlerse, biz de “Âlemi bırakıp kendi nefsini azarlamak dahî “Allah’ın indinden”dir deriz. Nitekim birisi bir ağaça çıkıp meyvesini silkeler ve yer idi. Bağın sâhibi onu çağırıp “Allah’dan korkmuyor musun?” dedi. O da “Niçin korkayım! Ağaç Allah’ın ağacı, ben de Allah’ın kuluyum. Allah’ın kulu, Allah’ın ni’metini yiyor” dedi. Bağın sâhibi “Dur ki sana cevâbını vereyim. İp getiriniz ve onu bu ağaca bağlayınız; cevap verinceye kadar dövünüz” dedi. Dayağı yiyince, “Allah’dan korkmuyor musun?” diye bağırdı. Bağ sâhibi “Niçin korkayım? Sen Allah’ın kulusun ve bu sopa Allah’ındır, Allah’ın kulunu dövüyor” diye cevap verdi. Ma’nânın özeti budur ki, âlem dağ gibidir. Hayır ve şerden ne söylersen, yine o sesi işitirsin. Eğer, ben güzel söyledim, fakat dağ bana çirkin cevap verdi diye zannedersen bu mümkün değildir. Çünkü bülbül öttüğü halde, dağdan karga sesi veyâ başka bir ses gelmez. Bundan dolayı yakînen bil ki, her ne şekilde seslenmiş isen, o sesin cevâbını işitirsin. Şiir: Nazmen tercümesi:

“Güzel sesin var ise gel de dağ içinde bağır.

Eşek sesi çıkarma sakın dağa karşı.”