Kırkıncı Fasıl Bir şeyin tahsîsi o şeyin güzîde oluşuna işâret eder

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular ki:

Biz suyun üstünde bir su kâsesi gibiyiz. Kâsenin su üzerinde hareketi, kâse hükmüyle değil, suyun hukmüyledir. Birisi dedi: “Bu umûmidir, ancak bâzıları bilirler ve bâzıları bilmezler. Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:

Eğer umûmi olsaydı “Mü’minin kalbi iki parmak arasındadır” geçerli olmazdı. Ve Kur’ân-ı Kerîm’de de ”Er rahmân / Allemel kur’ân” (Rahman, 55/1-2) yâni “Kur’ân’ı o esîrgeyici Allah öğretti” buyrulmuştur. Bu umûmidir denilemez. Bütün ilimleri o öğretti. Öğretinin Kur’ân’a tahsis edilmesi nedir? Ve aynı şekilde “halakas semâvâti vel arda” (En’âm, 6/1) yâni “Gökleri ve yeri halk etti” buyrulmuştur.

Mâdemki eşyânın hepsini umûm üzere halk etti, göklerin ve yerin tahsîsi nedir? Şüphesiz bütün kâseler, kudret ve irâde suyu üzerindedir. Ancak suda kötülenmiş olan şeye bağlanırlarsa, o edebsizlik olur. Örneğin “Ey gübrelerin ve sesli sessiz yellenmelerin Hâlik’ı!” denilmez; belki “Ey göklerin ve yerin Hâlik’ı, ey akılların Hâlık’ı!” demek uygun olur. Her ne kadar umûmi ise de, tahsîsin faydası vardır. Bundan dolayı bir şeyin tahsîsi o şeyin güzîde oluşuna işâret eder. Sonuç olarak kâse suyun üzerinde yüzer ve su, onu öyle bir yön üzere götürür ki, bütün kâseler, o kâsenin seyredicileri olurlar. Ve yine kâseyi suyun üzerinde öyle bir yön üzere hareket ettirirler ki, bütün kâseler doğal olarak kaçarlar ve çekinirler; ve su onlara kaçışı ilhâm eder ve onlarda kaçış kuvveti ortaya çıkarır. Nitekim ilk olarak “Yâ Rab, ondan uzaklığımızı arttır!” derler. [Ve şimdi ise “Yâ Rab onun bize yakınlığını arttır!” derler.]

Umûmi gören kimse, bağlanmışlık yönünden her ikisi de berâberce suyun bağlanmışlarıdır der. O cevâben der ki: “Eğer sen o suyun letâfetini ve güzelliğini ve bu kâseyi güzel kılmasını göreydin; o umûmi sıfattan senin haberin olmaz idi.” Nitekim bir kimsenin âşık olduğu kişi vücûd ve cismiyyet yönünden bütün pislikler ve ayıplanmışlar ile birliktedir. Hiç âşığın hâtırına “Benim aşkım ayıplanmışlar ile birliktedir” hâtırası gelir mi? Bununla berâber o umûmi vasıf içinde her ikisi de cisim ve yer kaplamaktadırlar ve altı yön içindedirler ve bozulan türdendirler. Umûmi vasıflardan onların dışında olanlarda vardır. Âşığın hâtırına aslâ bunlar gelmez. Her kim ki o aşkını umûmi sıfatlar ile yâd ederse; onu kendisine düşman edinir ve kendinin şeytanı bilir. Şimdi mâdemki o umûmi tarafı gözönünde bulundurmak senin hâtırında yer buluyor; o halde sen bizim hâs güzelliğimizin seyir ehli değilsin; senin ile karşılıklı konuşmak lâyık değildir. Çünkü bizim konuşmalarımız güzellik ile karışıktır. Ehlinden başkasına güzelliğin açılması ise zulüm olur. Nitekim “Hikmeti ehlinin gayrına vermeyiniz, [hikmete] zulmetmiş olursunuz ve ehlinden de esirgemeyiniz, yine [o zaman ehline] zulmetmiş olursunuz.” Bu, bakış ilmidir, karşılıklı konuşma ilmi değildir. Gül ve meyve sonbaharda açılmaz; çünkü tartışma olur. Yâni sonbahar mevsimine direnmek ve karşılık vermek olur. Oysa gülün sonbahara karşılık verecek tabîatı ve isti’dâdı yoktur. Eğer güneşin bakışı, Koç burcuna olursa, uygun ve âdil havada ortaya çıkar. Aksi halde başını içeriye çekip, aslına döner. Sonbahar mevsimi ona der ki: “Eğer sen kurumuş bir dal değilsen ve mert isen, benim karşıma çık!” O da cevâben der ki: “Ben senin karşında bir kurumuş dalım ve nâ-merdim, istediğini yap! Şiir: Tercüme:

“Ey sâdıkların pâdişâhı! Benim gibi bir münâfık görmüş müsün? Ben senin dirilerin ile diri ve ölülerin ile ölüyüm.”

Mevlânâ Bahâeddin, eğer dişi dökülmüş ve yüzü kertenkele sırtı gibi buruşmuş olan bir kocakarı karşına çıkıp: “Eğer mert isen ve delikanlı isen, işte ben geldim. İşte at, işte meydan, erkekliğini göster bakalım” dese, sen “Maâzallah, vallâhi ben erkek değilim. Sana benim erkek olduğumu haber verenler yalan söylemişlerdir. Mâdemki sen eş olacaksın, nâ-mertlik hoştur” dersin. Örneğin akrep, seni sokmak üzere iğnesini kaldırıp gelir ve “Ey şen ve gülen mert! Gül ki senin gülmeni göreyim.” Sen dersin ki: “Sen geldiğin zaman, bende aslâ gülme kalmaz ve aslâ zevk tabîatı bulunmaz; sana haber verdikleri yalandır. Ben gülmekten uzağım. Ne zaman gideceğini ve benden uzaklaşacağını düşünüp dururum.”

Birisi dedi ki: “Ah ettin, zevk gitti; âh etme ki, zevk gitmesin.”

Hz. Pîr cevâben buyurdular:

Hallerin değişikliğine binâen ba’zen âh etmezsen zevk gider. Ve eğer böyle olmasaydı Hak Teâlâ: “inne ibrâhîme le evvâhun halîm” (Tevbe, 9/114) ya’nî “İbrâhim cidden pek çok evvâh yânî yüreği çok sızlayarak niyâz eden, halîm bir zat idi” buyurmazdı. Ve hiçbir tâati açığa vurmamak lâzımdır. Çünkü göstermek dahî zevktir; ve bu söylediğin sözü zevk hâsıl olsun diye söylüyorsun. Eğer zevki def’ edicilik ise, zevk hâsıl olsun diye, zevki gideren şeye girişiyorsun. Bu ona benzer ki, uyumuş olan bir kimseye “Kalk, gündüz oldu, kervan gidiyor!” diye bağırıyorlar. Ba’zıları diyorlar ki: “Bağırma, o zevk içindedir; zevki gitmesin.” O kimse de: “O zevk helâktir, bu zevk ise helâk olmaktan kurtuluştur” diyor. Tekrâr ona diyorlar ki: “İşi karıştırma, çünkü ses vermek fikre mâni’dir.” O kimse de cevap veriyor ki: “Uyumuş olan kimse, bu ses verme ile fikre gelir. Bu uyku içinde onun ne fikri olur uyandıktan sonra fikre gelir.”

Ses verme iki çeşit üzerine olur. Eğer seslenen kimse ilimde onun üstünde olursa, fikrin artışını gerektirici olur. Çünkü mâdemki onun uyandırıcısı ilim sâhibidir, o kimse için uyanıklık hâsıl olur. Bilgili olan bir kimse onu gafletten îkâz ettiği zaman, onu kendi ilminden bilgilendirir ve o tarafa çeker. Bundan dolayı onun fikri yükselir. Çünkü ona yüksek makâmdan seslendiler. Fakat aksi olursa, yâni uyandıran akılda onun altında olursa, onu îkâz ettiği zaman, o kimsenin bakışı aşağıya olur. Çünkü onun uyandırıcısı aşağıdadır. Muhakkak onun bakışı aşağıya olur ve fikri de süflî âleme gider.