Kırkbirinci Fasıl Buraya devam ederlerse, ilmi unutacaklardır zannederler.

Bu tahsîl etmiş ve etmekte bulunmuş olan kimseler, eğer buraya devam ederlerse, ilmi unutacaklardır zannederler. Belki buraya geldikleri zaman ilimleri canlanır. İlimler hep nakıştırlar; canlandıkları zaman, ölmüş bir cesedin hayat bulmasına benzerler. Bütün bu ilimlerin aslı harfsiz ve sessiz olan âlemdendir. Oradan harf ve ses âlemine geçerler. “Ve kellemallâhu mûsâ teklîmâ” (Nisâ, 4/164) yâni “Allah Mûsâ’ya da hitâb ile konuştu” âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, Hak Teâlâ Hazretleri Mûsâ (a.s.)a söz söyledi; fakat bu sözü, harfler ve ses ile söylemedi. Çünkü harfin çıkması için ağız ve dudak lâzımdır. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ise ağızdan ve dudaktan münezzehdir. Şimdi nebîlerin harfsiz ve sessiz olan âlemde, Hak ile dudaktan ve ağızdan söyleyip işitmesi vardır ki, bu cüz’i akılların vehimleri oraya ulaşırsa da ta’kîb edemez. Fakat nebîler harfsizlik âleminden, harf ve ses âlemine gelip, bu çocukların hatırı için, kendileri de çocuk olurlar. Çünkü “Ben öğretmen olarak gönderildim” buyrulmuştur.

Şimdi… Her ne kadar bu cemâat harf ve seste kalmışlardır ve nebîlerin hallerine ulaşmamışlardır. Fakat kuvveti onlardan alırlar ve onlardan gelişip büyüme bulurlar; ve o nebîler ile rahat bulurlar. Nitekim yeni doğmuş bebek ayrıntısıyla annesini bilmez; fakat onunla rahat bulup kuvvet kazanır; ve aynı şekilde meyve dal üzerinde rahat bulur ve lezîz olur. Oysa ağaçtan haberdâr değildir. işte halk böylece nebilerin ve evliyânın harf ve sesinden büyürler; gerçi buna vâkıf değildirler. Fakat onlardan kuvvet alırlar ve beslenirler.

Bütün nefislerde aklın ve harf ve sesin ötesinde bir şey ve çok büyük bir âlem olduğuna kanâat vardır. Görmez misin ki bütün halk cezbeye tutulmuşların ziyâretine giderler ve “Belki bu odur” derler. Doğrudur, böyle bir şey vardır. Fakat mahalli konusunda hatâ etmişlerdir; o şey akla sığmaz. Akla sığmayan her ne ise odur. Her ceviz yuvarlaktır; fakat her yuvarlak ceviz değildir. Onun nişânı dediğimizdir. Her ne kadar nebîlerin ve evliyânın bir hali vardır ki, ifâdeye ve zabta gelmez. Lâkin akıl ve can ondan kuvvet alır ve beslenici olur. Etrâfında döndükleri meczûblarda bu ma’nâ yoktur; ve halleri değişmez ve onlar ile rahat bulmazlar. Oysa onlar rahat bulduklarını zannederler. Ben onlar için rahat bulma vardır demem.

Nitekim annesinden ayrılan bir çocuk, bir müddet başkasıyla oyalanır. Çocuğun bu haline rahat bulmuştur demem; çünkü hatâ etmiştir. Tabîbler derler ki: “Mizâca her ne hoş gelirse ve tabîat neyi iştah ederse, ona kuvvet verir ve kanı tasfiye eder.” Fakat o hastalık olmadan hoş gelmelidir. Varsayalım “toprak yemek” hastalığına tutulmuş olan bir kimseye, toprak yemesi her ne kadar hoş gelir ise de ona mizâcı tedâvi edicidir demeyiz. Ve aynı şekilde safra için ekşi hoş, şeker ise nahoş gelir. O hoşluğa i’tibâr yoktur; çünkü bir hastalığa dayanmaktadır. Hoşluk ona hastalıktan önce hoş gelmelidir. Örneğin birinin elini yaralamışlar veyâ kırmışlardır. Bu sebeble çarpılmıştır. Cerrâh onu doğrultur ve önceki yerine yerleştirir; bu ameliyat ona hoş gelmez. Çünkü ağrı ve sancı peydâ olduğundan önceki çarpıklık ona hoş gelir. Cerrâh ona der ki:”İlk önceleri sana elinin doğru olması hoş gelir ve onunla mes’ut olur idin. Ne zamanki çarpıldı; elem duydun ve etkilendin. Şimdi sana o çarpıklığın hoş gelmesi bir yalancı zevktir; ona i’tibâr yoktur.”

İşte bunun gibi rûhların dahî Hakk’ın zikrinden ve Hak’da gark olmuşluktan dolayı kudsî âlemde melekler gibi bir zevki ve hoşluğu var idi; eğer onlar cisimleri sebebiyle hasta ve illetli olup, onlara çamur ve toprak yemesi hoş gelirse, tabîb olan nebiler ve evliyâ derler ki: “Bu zevk yalancıdır; sana başka bir sebeble geliyor, onu unutmuşsun. Senin aslî mizâcının geçerli zevki sana evvelce hoş gelen idi; bu illet sana hoş geldiği için, onu zevk zannediyorsun.”

Ârifin birisi bir nahivcinin karşısında oturmuş idi. Nahivci: “Söz üçten hâriç değildir; ya isim, ya fiil veyâ harf olur” dedi. Ârif elbîsesini yırtıp “Eyvâh, yirmi senelik ömrüm ve çalışmam ve talebim havaya gitti! Çünkü ben, bu üçten başka söz vardır ümîdi ile mücâhedeler etmiş idim. Sen benim ümîdimi mahvettin!” dedi. Gerçi ârif bunu söylemekle berâber amacına ulaşmış idi; ancak bir şekilde nahivciyi ikâz etti.

Nakletilmiştir ki Hasan ve Hüseyin (radiyallâhü anhümâ) çocukluk günlerinde bir adamı mesrû’ olmayan bir şekilde abdest alırken gördüler. Güzel bir yol ile ona abdest almayı öğretmek istediler ve o kimseye dediler ki: “Biz senin huzûrunda abdest alalım; sen bak, ikimizden hangisinin abdesti daha doğru ve meşrû’dur.” Her ikisi de onun önünde abdest aldılar. O adam dedi: “Evlâtlarım, o sizin abdestiniz pek doğrudur; ben miskinin abdesti yanlış olmuştur.”

Misâfir her ne kadar çok olursa, o kadar büyük hâne tedârik ederler ve döşemeleri ve yemekleri arttırılar. Görmez misin ki, bir çocuğun boycuğu küçüktür; onun misâfir olan endîşeleri de kalıp hânesine lâyıktır; sütten ve bakıcısından başkasını bilmez. Büyüdüğü zaman endîşeleri, akıl ve idrâki ve ayırıcılığı da artar. Aşk misâfiri geldiği zaman hâneye sığmaz. Hâneyi tahrip edip, yeniden binâlar yapar ve pâdişâhın perdeleri ve muhafızları ve askerleri ve debdebesi onun evine sığmaz; ve o perdeler bu kapının lâyıkı olmaz. Öyle hadsiz debdebe için, hadsiz bir mahal lâzımdır. Perdeleri astıkları zaman, bu âlemin perdelerinin tersine olarak, aydınlıklar bahşeder ve örtüler kalkar ve gizliler âşikâr olur. Bu âlemin perdeleri ise örtüyü arttırır. Bu perdeler o perdelerin aksinedir. Şiir: Tercüme:

“Başıma gelen güç işlerden şikâyet ederim; fakat onu ta’yîn edemem. İnsanlar ister özrüme yüklesinler, ister kınasınlar. Nitekim mum ağlar; fakat onun gözyaşı ateş ile sohbet sebebiyle midir, yoksa baldan ayrılışı dolayısıyla mıdır; bu bilinmez.”

Bir şahıs “Bunu Kâdî Ebû Mansûr Herevî söylemiştir” dedi.

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular ki:

Ebû Mansûr kapalı söyler ve tereddüdle karışık ve kararsız olur; fakat Mansûr, çekinmeyip açık ve âşikâre söyledi. Bütün âlem kazâ esîridir ve kazâ da şâhidin esîridir. Şâhid açığa vurur, gizli bırakmaz.

Hz. Pîr “Kâdî’nin sözlerinden bir sayfa oku!” dedi. O şahıs da okudu. Ondan sonra Hz. Pîr-i dest-gîr efendimiz buyurdular:

Hakk’ın kulları vardır ki, bir kadını çarşaflı gördükleri zaman “Yüz örtünü kaldır; yüzünü göreyim; bakayım kimsin ve ne şeysin. Çünkü sen kapalı kaldıkça seni göremem ve bu kimdir, ne şahıstır? diye bende soru işâretleri hâsıl olur. Ben senin yüzünü görünce, sana meftûn olacak ve gönül verecek kimse değilim. Hayli zamandan beri, Hak Teâlâ beni sizden pâk ve alâkasız kılmıştır; sizi görmekle soru işâretleriyle uğraşmaktan kurtulurum. Ancak görmezsem, kimdir? diye soru işâretlerine düşerim” der.

Bu hâl, nefs ehli olan sınıfın tersinedir. Eğer onlar güzellerin yüzünü açık görürlerse, onların fitnesi olur ve karışıklığa düşerler; bundan dolayı fitneden kurtulmaları için onlar hakkında yüzlerin açılmaması iyidir.

Bir kimse dedi: “Harezm’de hiçbir kimse âşık olmaz; çünkü orada güzeller çoktur. Ne zamanki bir güzeli görüp gönül verirler; ondan sonra o güzelden daha a’lâsını görürler ve öncekinin muhabbetinden gönülleri soğur.”

Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr buyurdular ki:

“Eğer Harezm’in güzellerine âşık olmak mümkün olmazsa, nihâyet Harezm’e âşık olmalıdır; çünkü onda nihâyetsiz güzeller vardır. O da Hârezm fakrıdır ki, onun içinde ma’nevî güzeller ve rûhani sûretler haddsiz ve hesapsızdır. Her nereye nâzil olup ikâmet etsen, bir başkası ortaya çıkar. O öncekini unutursun. Sonsuz olarak bu böyledir. Bu halde, içinde böyle güzeller bulunan fakr nefse âşık olalım.