Seyfeddin Buhârî Mısır’a gitti. (Yânî ey ihvân Seyfeddin Mısır’a gitti, diye ihbardır.) Her birisi (Yâni kendisi ve tâbîleri öyle kimselerdir ki) aynayı sever ve aynanın sıfatlarına ve faydalarına âşık olur. (Yâni onlar Hakk’ın Cemâl aynası olan güzel sûretleri sever ve o sûretlerin cilve ve işve ve gamze gibi sıfatlarına ve öpmek ve kucaklamak ve yararlanmak gibi faydalarına âşık olur.) Oysa o onun hakîkat yönüne ârif değildir. O, ancak yüz örtüsünü yüz zanneder. Yüz örtüsünün aynası ise, onun vechinin aynasıdır. (Yâni bahsedilen Seyfeddîn isimli kişi, güzel sûretlerin hakîkat yönünü ve zâtını bilmez de, onu vech ve zât zanneder. “Bu madde beden insanın yüz örtüsüdür” hükmünce, yüz örtüsü mesâbesinde olan o ayna hakîkî mahbûbun vechinin aynasıdır. Çünkü o ayna, Hakk’ın bir görünme yeridir ve Hakk’ın vechi o aynadan görünür.)
Sen yüzünü aç, tâ ki beni vechine ayna bulasın ve benim sana ayna olduğumu kabûl et. (Yâni yüz örtüsü mesâbesinde olan taayyününü kaldır ki mutlak vecihten ibâret olan hüviyyetin ortaya çıksın. Ve o zaman benim taayyünümün de senin vechine yâni hakîkatine ayna olduğunu anla.) Adı geçen Seyfeddin dedi ki: “Benim indimde nebîlerin ve evliyânın bâtıl zan üzerine oldukları ve da’vâlarının kuru da’vâdan başka bir şey olmadığı tahakkuk etti.”
Hz. Pîr-i dest-gîr Seyfeddin mecliste hâzır varsayarak ona hitâben buyurdu: Sen bu sözü şöylece laf olsun diye ve tahmînî olarak mı söylüyorsun, yoksa hakîkatini müşâhede ettin de mi söylüyorsun? Eğer gördüğüne dayarak söylüyor isen, o halde varlık âleminde görmek denilen şey tahakkuk etmiş oldu. (Yâni tahakkuksuz söylüyor isen, bahsedeğer yanı yoktur. Mutlak bu iddianın görme ve müşâhedeye dayanması lâzım gelir.) Ve bu görme denilen şey de varlık âleminde eşyânın en azîz ve en şereflisidir ve nebîleri tasdîk demek olur. Çünkü nebîler ancak varlık âleminde görme olduğunu da’vâ ettiler. (Yâni nebîler görmeye ve müşâhedeye da’vet ettiler. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma, ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy, e fe lâ yu’minûn” (Enbiyâ, 21/30) ya’nî “Göklerle yer bitişik bir halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı, her diri şeyi de sudan halk ettiğimizi o küfür ve inkâr edenler görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı onlar? “E ve lâ yerevne ennehum yuftenûne fî kulli âmin merreten ev merreteyni summe lâ yetûbûne ve lâ hum yezzekkerûn” (Tevbe, 9/126) yâni “Münâfıklar görmüyorlar mı ki, onlar her yıl ya bir, ya iki kere çeşitli belâlara çarpılırlar da yine nifaklarından tövbe etmezler ve onlar bundan ibret de almazlar.” Ve “mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut, ferciıl basara hel terâ min futûr” (Mülk, 67/3) yâni “O çok esirgeyici Allah’ın halk ettiği şeylerde hiç bir nizamsızlık göremezsin. İşte gözünü bir defa daha göğe çevir, bak orada hiç bir çatlak görebilecek misin?”)
İşte sen de bunu kabûl ettin. Şimdi görme, ancak görünenin varlığı ile ortaya çıkar. Çünkü görme bir karşı taraf gerektiren fiillerdendir. Mutlaka görünen ve gören lâzımdır. Görünen talep edilen, gören de tâlibdir. Yahut tersidir. (Yâni gören talep edilen ve görülen tâlibdir. Çünkü âşık olunan cemâlini âşıkı için süsler ve âşıkın tâlibidir ve âşık âşık olduğunun tâlibi olmakla berâber âşık olduğu da talep edilen olmuş olur.) Şu halde senin inkârın ile berâber tâlib ve talep edilen ve varlık âleminde görme sâbit olmuş oldu. Şimdi ulûhiyyet yânî ilâhlık ve ubûdiyyet yânî kulluk onun olumsuzluğunda ve ispâtında elbette zorunlu bir sâbit önerme olur. (Yâni ulûhiyyet ve ubûdiyyet vardır veyâhut yoktur diye da’vâ olunsa, niçin yoktur veyâ vardır diye isbât ile araştırılması gereken birer önerme olur; ve tahakkuk ise, varlık âleminde ancak görmeden ibârettir.)
Bana dediler ki: “O mürîd cemâati bu aldatıcıya nasıl meyil ile hürmet ederler?” Ben de cevâben dedim ki: Bu aldatıcı şeyh, taştan ve puttan daha aşağı değildir. Çünkü ona hürmet edenlerin hürmeti ve saygısı ve ümîdi ve şevki ve sorusu ve ihtiyaçları ve ağlaması vardır. Oysa taşta bunlardan bir şey olmadığı gibi, bunlara vâkıf oluşu ve hissi de yoktur. Şimdi Allah Teâlâ, o şeyhi o mürîdlerin bâtınında sadâkât oluşumuna sebeb kıldı. Oysa bu yalancıda hayır yoktur. Bir kişi, bir çocuğu dövüyordu.
– “Niçin dövüyorsun” denildi. – “Siz bu zinâ veledini bilmezsiniz neler yapar” diye cevap verdi. – “Kabahati nedir, ne yapıyor?” denildi. – “Geliş vaktinde kaçıyor. Ya’ni kucakta onun hayâli kaçıyor ve gelişi bana iptal ediyor” dedi.
Şüphesiz onun aşkı çocuğun hayâliyledir. Oysa çocuğun bundan haberi yoktur. İşte bunun gibi o mürîd cemâati, bu faydası olmayan şeyhin hayâli ile muhabbet ederler. O şeyh ise onların ayrılıklarından ve kavuşmalarından ve hâllerinden gâfildir. Lâkin aşk, yanlışa ve hatâya düşürücü hayâl ile olduğu zaman dahî muhabbeti gerektirici olursa da, bu muhabbet Habîr ve Basîr olan hakîkî ma’şûka âşık olan aşığın muhabbeti gibi değildir. O aşığın hâli, karanlıkta, ma’şûk zannıyla, direği kucaklayıp ağlayan ve şikâyet eden kimseye benzer. Bunun lezzeti, Hayy ve Habîr olan ma’şûkun boynuna sarılmaya benzemez.
(Not: Parantez içinde mavi yazı ile yazılan açıklamalar A.Avni Konuk merhûmun izâhatlarıdır.)