Bir yere sefer etmek azminde bulunan herbir kimsede birtakım akla uygun düşünceler peydâ olup der ki: “Eğer oraya gidersem, birçok iş kolaylaşır ve hallerim düzene girip, dostlarım sevinir, düşmanlarıma gâlib olurum.” İşte onun düşüncesi budur. Hak Teâlâ’nın maksâdı ise başka şeydir. Bu kadar tedbîrler ile sefere çıktıktan sonra, düşündüklerinin birisi bile kendi istediği gibi kolaylaşmaz; bununla berâber yine kendisinin tedbîr ve tercihine güvenir. Beyit: Nazmen tercüme:
“Takdîr-i İlâhî’yi bilmez, kul eder tedbîr
Meşhûr meseldir bu, tedbîri bozar takdîr.”
Bu hâl şuna benzer ki, bir kimse rü’yâsında bir şehirde garîb kaldığını ve oraya hiçbir âşinâslığı bulunmadığını görüp, hayrette kalır. Ne kimse onu tanır, ne de o kimseyi. O adam, “Hiçbir bildiğimin ve ahbâbımın bulunmadığı bu şehre niçin geldim?” diye gama düşer ve hasret ceker ve elini eline vurup dudağını ısırır. Uyandığı zaman, ne şehri, ne de adamlarını görür. Bu gam ve üzüntünün faydasız olduğunu anlayıp o halden pişmân olur ve o dakîkalarını ziyân olmuş bilir. Bir başka defâ yine uykuya dalıp tesâdüfen kendisini böyle bir şehirde görür. O şehre geldiğinden dolayı gam ve tasa duymaya başlar. Hiç düşünüp demez ki, “Ben uyanık iken bu gamdan pişmân olmuş ve boş yere olduğunu ve rü’ya ve faydasız olduğunu bilmiş idim”.
Şimdi yine iş buna benzer. Halk, azimlerinin ve tedbîrlerinin bâtıl olduğunu ve hiçbir işin kendilerinin murâdı üzere meydana gelmediğini yüz bin kere görmüşlerdir. Hak Teâlâ onlara bir unutkanlık musallat eder, bunların hepsini unuturlar ve kendi düşünce ve tercihlerine tabi’ olurlar. “Ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî” (Enfâl, 8/24) yâni “Allah kişi ile kalbi arasına girer.”
İbrâhim Ethem (k.s.), pâdişâhlık zamânında ava gitmiş idi. Bir ceylanın arkasından, askerinden tamamıyla ayrılıp uzak düşünceye kadar koştu. Ter içine battı. Hâlâ o sahrâda onu tâkip eder idi. Tâkip sınırı aştı. Ceylan söze gelip, yüzünü geriye çevirerek dedi: “Seni bunun için halk etmediler” ve beni avlamak için getirmediler. Haydi beni avladın varsay; acaba ne hâsıl olur? İbrâhim (k.s.) bunu işitince bir na’ra vurup kendisini atından aşağıya attı. O sahrada çobandan başka hiç kimse yok idi. Pek değerli olan şahâne elbisesini ve silah ve atını çobana verip, onun arkasına giydiği abâyı kendisine vermesini ve bu hâli hiç kimseye söylememesini ve kimseye hallerinden işâret vermemesini ricâ etti; ve o abâyı giyip yola çıktı. Sen şimdi onun maksâdına bak ki ne idi; ve Hakk’ın maksâdı ne idi. ceylanı avlamayı diledi; Hak Teâlâ ise, onu ceylan ile avladı; tâ ki bu âlemde Hakk’ın murâdının gerçekleştiğini bilesin.
Hz. Ömer (r.a.) İslâmdan önce kız kardeşinin evine geldi. Kız kardeşi Kur’ân okumakta ve yüksek bir ses ile ”Tâ, hâ / Mâ enzelnâ..” (Tâhâ, 20/1-2) mübârek sûresini okur idi. Birâderini görünce sakladı ve sustu. Hz. Ömer (r.a.) kılıcını çekip “Ne okuduğunu ve niçin sakladığını mutlaka söylemelisin, yoksa şimdi boynunu vururum; hiç aman yoktur” dedi. Kız kardeşi hışım ve heybetini bildiğinden, çok korktu ve can korkusu ile doğruyu söyleyip “Hak Teâlâ Hazretleri’nin bu zamanda Muhammed (a.s.v.) hazretlerine indirdiği sözden okuyorum” dedi. Hz. Ömer “Oku, ben de dinleyeyim!” dedi. Yavasça ”Tâ, hâ / Mâ enzelnâ aleykel kur’âne li teşkâ” (Tâhâ, 20/1-2) yâni “Tâ Hâ. Biz Kur’ân’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik” sûresini okudu. Hz. Ömer daha çok hiddetlendi, gazâbı yüz derece arttı ve dedi: “Eğer şimdi seni öldürür isem, düşkünleri ezmişlik olur, önce gidip onun başını keseyim, ondan sonra senin icâbına bakayım.” Gazâbının şiddetinden öylece yalın kılıç nebînin mescîdine doğru yöneldi. Ne zamanki yolda Kureyş’in ileri gelenleri onu gördüler: “İşte Ömer, Muhammed’e (s.a.v.) kastetmeye giriyor. Eğer bir iş yaparsa, o yapar” dediler. Çünkü Hz. Ömer’in kuvveti ve erliği çok büyük idi ve hangi askere yönelse, mutlaka gâlib gelirdi. Mustafâ (a.s.v.) Efendimiz buyururlar idi ki: “Yâ Rab, benim dinime Ömer veyâ Ebû Cehil ile yardım ver!” Çünkü bu ikisi ahdini yerine getirmede eşsiz ve sözünün eri idiler ve sonuçta birisi müslüman oldu. Hz. Ömer dâima ağlayıp der idi ki: “Ya Resûlallâh! Vay benim hâlime! Eğer Ebû Cehil’i önde tutup, yâ Rab, benim dînime ya Ebû Cehil veyâ Ömer ile kuvvet ve yardım ver dese idin; benim hâlim ne olur idi? Dalâlette kalırdım. Sonuç olarak yolda yalın kılıç nebînin mescîdine yöneldi. O sırada Cebrâil (a.s.) vahiy getirdi. “Yâ Resûlallâh, işte Ömer müslüman olmak için geliyor; onu yanına al!” dedi. Tam o esnâda Hz. Ömer mescidin kapısından içeriye girdi; ve nurdan bir okun, Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz tarafından çıkıp kalbine saplandığını apaçık gördü. Bir na’ra vurup kendinden geçmiş olarak düştü. Cânında bir muhabbet ve aşk ortaya çıktı ve muhabbetin şiddetinden Hz. Risâlet-penâhın kapısında eriyip mahvolmak istedi. Ve “Yâ Allah’ın nebîsi, bana îmân arz buyur ve o mübârek kelimeyi söyle; ben işiteyim” dedi. Müslüman olunca dedi ki: “Şimdi yalın kılıç senin mübârek vücûduna kastetmeye gelmiş idim; bundan sonra onun kefâreti olmak üzere, senin hakkında her kimden senin şerefli şânına noksanlık verecek bir şey işitir isem, o anda ona aman vermiyeyim.” Mescidden çıktı; karşısına babası rastgeldi. “Dinini mi değiştirdin?” dedi. Derhal başını teninden ayırdı ve kılıcı kana bulanmış olduğu halde gider idi. Kureyş’in ileri gelenleri, kana bulanmış olan kılıcı gördüler. Dediler ki: “Getireceğini vaad ettiğin baş nerede?” “İşte baş” diye cevap verdi. “Bu başı oradan mı getirdin?” dediler. “Hayır, bu baş, o baş değildir” dedi. Şimdi dikkat et; Ömer’in maksâdı ne idi, Hak Teâlâ ne murâd etti? Bundan anlaşılsın ki, O’nun dilediği işler meydana gelir. Şiir: Tercüme:
“Ömer kılıcını çekti, Resûl’e kastetti.
Tutuldu Hudâ tuzağına, şu bahta bak bak şaş!”
Şimdi eğer size de ne getirdiniz derlerse, baş getirdik deyiniz. Biz bu başı görmüştük derlerse, bu baş o baş değildir, deyiniz. Baş odur ki onda bir sır ola. Yoksa bin baş bir pula değmez.
Bu âyet-i kerîmeyi okurlar: “Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ, vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ” (Bakara, 2/125) yâni “Hatırlayınız ki, biz Ka’be beytini insanlar için sevâb mahalli ve emînlik makâmı kıldık. Ey mü’minler, siz İbrâhim makâmını namazgâh edinin!” İbrâhim (a.s.) buyurdu: Yâ Rab, mâdemki beni mübârek rızânın hil’ati ile şereflendirdin; bu kerâmeti benim neslime de ihsân et! Hak Teâlâ buyurdu: “lâ yenâlu ahdiz zâlimîn” (Bakara, 2/124) yâni “Zâlim olan kimseler benim hil’at ve kerâmetime Iâyık değildirler.” Cenâb-ı İbrâhim (a.s.) Hak Teâlâ’nın zâlimlere ve azgınlara inâyetinin olmadığını bilince: “Yâ Rab, îmân edip zâlim olmayanları benim rızkımdan nasîbi olanlar eyle ve bunu esirgeme!” dedi. Hak Teâlâ buyurdu ki: “Rızık umûmidir, herkesin nasîbi vardır ve bu misâfirhânede bütün halk edilmişler faydalanabilir. Ancak rızâ ve kabûl ve şereflendirme hil’ati havâssın ve seçkinlerin nasîbidir”. Zâhir ehli derler ki: “Beytden maksad Ka’be’dir; ona sığınan aman bulur; ve orada avlanmak haramdır ve bir kimseye ezâ câiz değildir; Hak Teala onu seçkin kılmıştır.”
Bu söz doğrudur ve güzeldir; ancak Kur’ân-ı Mecîd’in zâhiridir. Tahkîk ehli derler ki: Beyt, insanın bâtınıdır; yâni yâ Rab, bâtıni vesveselerden ve nefsânî meşgûliyetlerden hariç kıl; hevâlardan ve bozuk fikirlerden ve bâtıl olan her şeyden hiç korku kalmayıncaya kadar, pâk et! Emînlik ortaya çıkıp, senin vahiy mahallin olsun. Şeytan ve vesveseler ona yol bulamasın. Nitekim Hak Teâlâ, meleklerin hallerine kimse vâkıf olmasın ve onlar fitnelerden uzak olsun diye meleklerin sırlarını dinlemekten men’ etmek üzere, kovulmuş şeytanlar için, gök yüzüne şihâblar yerleştirmiştir. (Yâni, yâ Rab, sen de inâyetinin koruyuculuğunu bizim bâtınımıza yerleştir; tâ ki şeytanların vesveseleri ve nefis ve hevânın hileleri bizden uzak olsunlar.) Bu, bâtın ehli olan tahkîk ehlinin sözüdür. Çünkü herkes kendi makâmından hareket eder. Kur’ân iki yüzlü bir kumaştır. Ba’zısı bu yüzünden nasîblenir; bâzıları da öteki yüzden. Her ikisi de doğrudur; çünkü Hak Teâlâ, her iki kavmin istifâde etmelerini murâd buyurmuştur. Nitekim bir kadının kocası ve süt emen çocuğu vardır; her ikisi de ondan başka haz alır. Çocuk için meme ve süt lezzeti ve kocası için evlilik lezzeti vardır.
Halk, yolun çocuklarıdır; Kur’ân’dan zâhiri lezzet bulurlar. Ancak erliğe kadar ulaşıp kemâle gelmiş olanların Kur’ân’ın ma’nâlarında başka bir seyirleri ve başka bir anlayışları vardır. İbrâhim (a.s.) makâmı ve musallâsı, Ka’be etrâfında bir mahaldir. Zâhir ehli “Orada iki rek’at namaz kılmak lâzımdır” derler. Bu güzeldir, eyvallah. Ancak trahkîk ehlinin indinde budur ki, İbrâhim (a.s.) gibi kendini Hak için ateşe atasın ve Hak yolunda mücahede ve gayret ile kendini bu makâma ulaştırasın; tâ ki İbrâhim (a.s.)ın kendini fedâ ettiği, yâni nefsinin bir tehlikesinin kalmadığı ve kendinden korkmadığı bu makâmda, iki rek’at namaz güzel ola; ve ancak bu namazın kıyamı bu âlemde ve rükû’u o âlemde olur. “Ka’be’den” kasıt, Hakk’ın vahiy mahalli olan nebîlerin ve evliyânın gönlüdür; ve Ka’be onun fer’idir. Eğer gönül olmazsa, Ka’be ne işe yarar? Nebîler ve evliyâ tamamıyla kendi isteklerini terk etmişler ve Hakk’ın isteğine tabi’ olmuşlardır. O her ne emrederse, onu yerine getirirler; ve her kime onun inâyeti olmazsa, babası ve anası bile olsa, ondan usanırlar ve gözlerine düşman gorünür. Şiir: Tercüme:
“Gönlümüzün yularını senin eline verdik. Sen her ne söylersen benim saâdetimdir. Biz her ne söylersek yakıcı ateştir.”
Bizim söylediklerimiz “örnek verme”dir, verilen örneğin ta kendisi değildir. Örneğin ta kendisi başka, örnek verme başkadır. Hak Teâlâ örnek vererek nûrunu “misbâh yânî lamba”ya ve evliyânın vücûdunu “zücâc yânî camdan kab”a benzetti. Bu örnek vermek içindir. Onun nûru varlığa ve mekâna sığmaz; zücâca ve misbâha nasıl sığsın? Celle Celâluhû’nun nûrları hiç gönle sığar mı? Ancak onun tâlibi olduğun anda, O’nu gönülde bulursun. O nûrun gönülde olması, başkalık ve ayrı oluş yönünden değildir; belki onu orada bulursun. Nitekim kendi görüntünü aynada bulursun; bununla berâber görüntün aynada değildir. Ancak aynaya baktığın zamanda kendini görürsün. Ma’kûl görünmeyen şeyler için örnek verilince, ma’kûl olurlar ve ma’kûl oldukları zaman da algılanırlar. Nitekim bir kimse gözünü kapasa, acaîb şeyler görür ve sûretler ve algılanabilir şekiller görür ve gözünü açınca bunlardan hiçbir şey görmez. Bunu hiçbir kimse de bilmez ve o kimsenin böyle şeyler görduğüne kimse inanmaz. Ancak örnek vererek söylersen, bunun nasıl olduğu anlaşılır. Nitekim bir kimse rü’yâsında yüzbin şey görür; oysa uyanık iken onları görmesi mümkün değildir. Ve aynı şekilde zihninde bir hâne tasavvur eden bir mühendise, eni, boyu ve ma’kûl şekli, görünmez; ancak onun sûreti bir kağıda çizilince görünür ve görünür olunca onun esasları ma’kûl olur. Ve ma’kûl olduktan sonra mühendis, hâneyi binâ eder. O şekil üzere algılanır olur.
Şimdi anlaşıldı ki ma’kûl olmayan şeylerin hepsi örnekleyerek ma’kûl ve algılanır olur. Ve yine derler ki o âlemde kiminin sağ eline ve kiminin sol eline kitaplar uçar; ve melekler ve cennet ve mîzân ve hesap ve kitap vardır. Bunların örnekleri verilmedikçe anlaşılmaz. Gerçi bu âlemde onların örneği yoktur; ancak örnek vererek anlaşılabilir olurlar; ve bu âlemde onun örneği odur ki, gece bütün halk uyurlar. Fakîrin ve pâdişahın ve akıllının ve gâfilin ve bütün san’at ehlinin düşünceleri gider ve hiç kimsede endîşe kalmaz. Şafak vaktinin aydınlığı İsrâfîl’in sûru gibi nefhasını üfürür; onların cisimlerinin bütün zerrelerini canlandırır. Yine her birinin düşüncesi, uçan kitaplar gibi, herkes tarafına gelir, hiç yanlışlık olmaz. Terzinin düşüncesi terziye fıkıhçının düşüncesi fıkıhçıya, zâlimin düşüncesi zâlime ve âdilin endîşesi âdile gelir. Hiç terzinin uyuyup, sabahleyin kunduracı olarak kalktığı oldu mu? Hayır, bil ki o âlemde de böyle olur ve bu imkân dışı değildir ve bu âlemde de gerçekleşmektedir. “Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşr olursunuz.”
Şimdi bir kimse bu örnek ile meşgûl olup ipucunu elde ederse, o âlemin hallerinin hepsini bu âlemde müşâhede eder ve o haller ona açılmış olur. Sonuçta Hakk’ın kudretinin her şeyi ihâta ettiğini bilir. Kabirde gördüğün birçok çürümüş kemikler, ancak bir râhatın alâkadârıdır. Hoş ve başı mest bir halde uyumuş ve o lezzet ve mestlikten haberdâr bulunmuştur. Sonuçta “Onun toprağı, üzerinde hoş olsun” dedikleri boşuna değildir. Şimdi, eğer toprağın hoşluktan haberi olmasaydı, bunu nasıl söylerdi? Şiir: Tercüme:
“O ay gibi olan âşık olduğum, yüz yıl bakâ bulsun. Benim gönlüm onun gamının okuna muhafaza olsun, o ma’şûkun kapısının toprağında gönlüm hoş hoş öldü. Ya Rab, acabâ (Toprağı hoş olsun) diye kim duâ etti?”
Ve bunun örneği bu duyular âleminde gerçekleşmektedir. Örneğin iki kimse bir döşekte uyuyup, birisi kendisini güzeller ve güller arasında ve cennet içinde ve birisi de yılanlar ve cehennem zebânileri arasında görür. Eğer iyice incelersen, ne bunu görürsün, ne onu. Şimdi ne acaîb şeydir ki kiminin parçaları kabirde lezzet ve râhat ve mestlik içinde ve kimi ise elem ve sıkıntıdadır. Ve sen ise, ne bunu ve ne de onu görürsün.
İşte bundan anlaşıldı ki, ma’kûl olmayan şeyler örnek vererek ma’kûl olur. Ve örnek vermek, örneğin ta kendisine benzemez. Nitekim ârifler ferahlığa ve hoşluga ve basta yânî genişlemeye “bahâr yânî ilkbahar” ve kabz yânî sıkmaya ve gama da “hazân yânî sonbahar” derler. Oysa sûret yönünden hoşluk bahâra ve gam hazâna benzer mi? Bu ancak örnek vermektir. Çünkü bunsuz, bu akıl o ma’nâyı tasavvur ve idrâk edemez. Ve nitekim Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de buyurur: “Ve mâ yestevîl a’mâ vel basîr / Ve lez zulümâtu ve len nûr / Ve lez zıllu ve lel harûr” (Fâtır, 35/19-21) yâni “Görmeyen ile gören ve karanlık ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit değildir.” Hak Teâlâ îmânı aydınlığa ve küfrü karanlığa veyâ îmânı hoş bir gölgeye ve küfrü insânın beynini kaynatan yakıcı ve amansız güneşe nispet buyurdu. Oysa îmânın aydınlığı ve letâfeti bu cihânın aydınlığına veyâ küfrün çirkinliği ve karanlığı bu âlemin karanlığına benzer mi?
Eğer bir kimse biz söylerken uyursa, bu uyku gafletten değil, belki emniyettendir. Nitekim geceleyin sapa ve tehlikeli yoldan giden bir kervan, düşmanlardan bir zarar gelmesin korkusuyla hiç durmaksızın sürüp gider. Kulaklarına köpek ve horoz sesi gelince rahatlayıp, ayaklarını uzatarak güzelce uyurlar. Yolda hiç ses ve gürültü olmayınca korkudan uykuları gelmez; ve köyde emniyet olduğundan, köpeklerin gürültüsü ve horozların sesi ile rahat ve hoş bir halde uykuya giderler. Bizim sözümüz de ma’mûrluk ve emniyet getirir; çünkü enbiyâ ve evliyâ sözüdür. Rûhlar, âşinâların sözünü işitince emînlik duyarlar ve korkudan kurtulurlar. Çünkü bu sözden devlet kokusu gelir. Nitekim karanlık bir gecede kervana katılan bir kimse korkusunun şiddetinden her an harâmilerin kervana karıştıklarını zannedip, arkadaşlarının sözünü dinlemek ve onları sözlerinden anlamak ister. Ne zamanki onların sözlerini işitir, emîn olur.
“Söyle, yâ Muhammed oku!” Sen söyle, çünkü zâtın latîfdir. Bakışlar oraya ulaşamaz. Sen söyleyince, senin rûhlara âşinâ olduğunu anlarlar da emîn olurlar, rahat ederler. Söz söyle! “Benim hitâb etmem olmasa idi, beni görmez idin.” Ekinlik içinde küçük bir hayvan vardır ki, pek küçük olduğundan görünmez; ancak bağırmaya başlayınca sesi vâsıtasıyla onu görürler. Yâni halk dünyâ ekinliği içinde gark olmuşlardır ve letâfetin şiddetinden seni göremezler. Söz söyle, tâ ki seni tanısınlar. Sen bir yere gitmek istediğin zaman, önce gönlün gider görür ve onun hallerine vâkıf olur. Gönlün geri döndüğünde, bedeni o tarafa çeker.
Şimdi… Bu halkın hepsi, nebilere ve evliyâya oranla cisimdirler. Âlemin gönlü onlardır. Önce onlar âlemde seyrân ederler ve beşeriyyetten çıkarlar ve âlemin altını üstünü mütâlaa ederler ve menzilleri kat’ ederler. Yola nasıl gidilmesi lâzım geldiğini anlarlar. Geri döndüklerinde halkı da’vet edip derler ki: “Aslî âleme geliniz. Bu âlem bir harâbedir ve fânî bir evdir; ve biz bir hoş yer bulduk size haber verelim.” Şimdi anlaşıldı ki, gönül bütün hallerde dildârın yânî gönül sâhibinin ayrılmaz parçasıdır ve onun için menzilleri kat’ etmeye ihtiyaç ve yol kesicilerin korkusu yoktur; ve deveye ve semere ihtiyaç görünmez. Ten ise miskîn olup, bunlar ile kayıtlıdır. Şiir: Tercüme:
“Gönlüme dedim ki: Ey gönül! Cehâlet sebebiyle kimin hizmetinden mahrûm olduğunu biliyor musun?” Gönlüm bana cevâben dedi: “Hayır, bu yazı tahtasını yanlış okuyorsun. Ben dâimâ hizmetteyim; şaşkın olan sensin.”
Her nerede olur isen ve ne halde bulunur isen, muhabbet eden ve âşık olmak için çabala! Muhabbet senin mülkün olduğu zaman, kabirde ve haşirde ve cennetde tâ sonu olmaksızın muhabbet eden olursun. Buğday ekince buğday çıkar ve anbar içinde yine buğday bulunur; ve fırın içinde dahî ancak o buğdaydır.
Mecnûn Leylâ’ya mektup yazmak istedi. Kalemi eline aldı, şu beyti söyledi: Nazmen tercüme:
“Gözümde hayâlin var, ismin de ağzımda
Mektuba ne gerek var, zikrin gönlümde ve cânımda.”
Şimdi hayâlin gözümde yerleşmiştir ve ismin dahî ağzımdadır; ve zikrin ise cânın içindedir. Bundan dolayı mektubu kime yazayım? Sen buralarda dolaştığın için kalem kırıldı ve kağıt yırtıldı. Çok kimseler vardır ki gönlü bu sözlerden doludur. Şu kadar ki, her ne kadar buna âşık ve tâlib ve niyâz edici olsa da, ibâre ve sözler ile beyâna yeterli değildir. Buna şaşırılmamalıdır; ve bu hâl aşka mâni’ değildir; belki asıl ancak gönüldür ve niyâz ve âşktır. Nitekim çocuk süte âşıktır ve ondan meded bulur ve kuvvet alır. Bununla berâber her ne kadar onun cânı tâlib ve süte âşık ise de, sütü ta’rîf edemez ve onun derecesini ibâre ile beyân edemez. Örneğin ben süt içmekten bu derece lezzet bulurum ve onu içmemekten şu şekilde üzüntü duyarım ve zayıf olurum diyemez. Oysa yetişkin olan kimse, sütü bin türlü ta’rîf eder, ancak sütten hiç lezzet almaz ve ondan hazzı yoktur.