Huzûrda: “O delikanlının ismi nedir?” diye sorulması üzerine, “Seyfeddin’dir” cevâbı verildi. Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr aşağıdaki bilgileri beyân buyurdular:
Seyf yânî kılıç kınındadır, görülemez. Seyfeddin o kimse olur ki, din için savaşır ve onun elinden gelen bütün gayreti Hak için olur; ve doğruluğu yanlışlıktan ayırır ve Hakk’ı bâtıldan ayırır; ve savaşı ancak önce kendisi ile eder. Şiir: Nazmen tercüme:
“Herkesle savaşan kişiyi sanma mert olur
Nefsiyle savaşan kişi Rüstem ve mert imiş.”
Ve kendisinin ahlâkını yaldızlı yapar. “İnsanlara söylediğin nasihatları ilk önce nefsine söyle!” Ve bütün nasihatları kendi nefsine edip der ki:
“Ey nefis, sonuçta sen de bir adamsın. Elin, ayağın, başın, kulağın, aklın, ağzın var. Devletlere nâil olup, maksatlarına erişen nebiler ve evliyâ da beşer idiler ve bizim gibi parçaları ve a’zâları var idi. Ne ma’nası vardır ki, onlara yol versinler ve kapıyı açsınlar da, beni mahrûm etsinler.”
Kulağını açar ve gece gündüz kendisiyle mücâhede eder ve “Acaba ne yaptın ve senden ne hareket çıktı ki Hudâ’nın makbûlü olmuyorsun? Tâ ki Allah’ın kılıcı ve lisânü’l-Hak olasın” der. Örneğin on kişi bir eve girmek isterler; dokuzuna içeriye girmeye izin verirler ve biri dışarıda kalır ve kesinlikle ona yol vermezler. Bu kimse kendi kendine düsünüp mahzûn bir halde “Acaba ben ne yaptım ki, beni içeriye bırakmadılar ve benden ne gibi bir edebsizlik çıktı?” diye kendini suçlar ve kusurlu ve edebsiz bilir. Yoksa “Hakk’ın bana olan muâmelesi böyledir; ben ne yapayım, onun murâdı bu şekildedir. Eğer murâd etseydi, bana yol verirdi” demez. Çünkü bu ifâde dolaylı olarak Hakk’a söylenmiştir ve Hakk’a karşı kılıç vurmaktır. Şimdi o kimse bu ma’nâya göre Hakk’a karşı kılıç olur, Allah’ın kılıcı olmaz. Hak Teâlâ yakınları oluştan ve akrabadan münezzehtir. “Lem yelid ve lem yûled” (İhlâs, 112/3) ya’nî “Doğurmamıştır, doğrulmamıştır O.” Onu bulanlar ancak kulluk ile buldular; çünkü “vallâhul ganiyyu ve entümül fukarâu” (Muhammed, 47/38) yâni “Allah ganîdir; siz ise fakirsiniz, muhtâçsınız.”
Hiçbir kimse hakkında “O kimse Hakk’ı buldu ama, o benden daha yakındı ve benden daha âşinâydı ve o akrabalarındandı” denemez. Bundan dolayı yakınlık ancak kulluk ile olur; ve Hak Teâlâ Hazretleri ise mutlaklık üzere Mu’ti’dir. Denizin kenarını cevher ile dolu yapar ve dikene gül giysisini giydirir ve bir avuç toprağa maksatsız ve sebeb olmaksızın hayat ve rûh verir ve bütün âlemin parçaları, ondan nasîbini alır. Bir kimse “Filan şehirde bir ikrâm sâhibi vardır ki, çok büyük bahşişler verir ve ihsânlar eder” dediklerini işitse, ondan nâsib alabilmek ümîdi ile elbette oraya gider.
Şimdi mâdemki ilâhî inâyetler böylece meşhûrdur ve bütün âlem onun lütfundan haberdârdır; niçin ondan dilenip kavuşma hil’atini istemezsin ve tenbeller gibi oturup “Eğer o murâd ederse, bana verir” dersin ve hiç talepte bulunmazsın. Akıl ve idrâki olmayan köpek bile karnı acıkıp, yiyecek bir şey bulamayınca, senin önüne gelip kuyruğunu sallar. Yâni “Ekmeğim yoktur; sende olandan bana biraz ekmek ver” der. İşte onun ayırıcılığı bu kadardır. Sonuçta sen bir köpekten daha aşağı değilsin. O köpeklik içinde yatıp ve eğer isterlerse bana ekmek verirler demeyip, yaltaklanır ve kuyruk sallar. Sen de kuyruk sallayıp Hak’dan iste ve dilencilik yap ki, böyle Mu’tî’nin huzûrunda dilencilik yapmak çok büyük bir istektir. Mâdemki devletin yoktur, devleti baht sâhibi ve devlet olan kimseden iste!
Hak sana pek yakındır. O senin her bir fikir ve düşüncen ile berâberdir. Çünkü o düşünce ve endîşeyi îcâd eder ve sana yakın yapar. Pek yakın olduğu için görmek mümkün değildir. Ve ne acaîb şeydir ki, işlediğin her bir işte, aklın seninle berâberdir ve o işe senin ile berâber girişir. Oysa aklı hiç göremezsin. Her ne kadar eserini görürsen de, zâtını göremezsin. Örneğin bir kimse hamama gidip, sıcaklar. Hamamda dolaştığı her bir yerde ateş, onunla berâberdir ve âteşin tabîatının te’sîrinden sıcaklık hisseder; ancak ateşi göremez. Ne zamanki dışarıya çıkıp ateşi açıkça görür ve ateşten ısındığını bilir ve anlar ki, hamamın bütün sıcaklığı ateştendir. İnsan vücûdu dahî ulu ve muhteşem bir hamamdır; ve onda akıl ve rûh ve nefsin sıcaklığı mevcûddur. Ancak hamamdan dışarıya çıkıp bu âlemden ayrıldığın zaman, aklın zâtını açıkça görür ve nefsin zâtını ve rûhun zâtını müşahede edersin; ve o sezgi ve idrâkin aklın parıltısından olduğunu ve o ikilem ve hîlelerin nefisden olduğunu ve hayâtın rûhun eseri bulunduğunu kat’i olarak bilirsin ve her birinin zâtını açıkça görürsün. Ancak hamamda oldukça ateşi duyular ile göremezsin; ancak eseriyle bilirsin. Veyâhut buna benzer şekilde, aslâ akarsuyu görmemiş olan bir kimsenin gözlerini bağlayıp suya atarsan, onun cismine yumuşak yumuşak bir şey temâs eder. Yalnız onun ne olduğunu bilmez. Ne zamanki gözünü açarlar, su olduğunu kat’i olarak bilir. Daha önce eseriyle bilmişti, şimdi zâtı ile görür. Şimdi dilenmeyi Hak’dan yap ve ihtiyacını ondan dile ki, asla zâyi’ olmasın. Çünkü Hak Teâlâ “ud’ûnî estecib leküm” (Mü’min, 40/60) yâni “Bana duâ edin; size icâbet ve duânızı kabûl edeyim” buyurmuştur.
Semerkant’da idik ve Harzemşah Semerkand’ı kuşatmış idi; ve asker sevkedip savaşır idi. O mahallede muhteşem bir güzelliğe sâhip bir kız var idi. Öyle ki, o şehirde onun benzeri yoktu. Her an “Yâ Rab, zâlimlerin eline benim teslîmimi nasıl revâ görürsün? Oysa senin bunu câiz görmediğini ben bilirim ve sana i’timâdım vardır” dediğini işitir idim. Ne zamanki şehri yağma edip ahâlisini esîr ettiler ve o kızın câriyelerini de esîr aldılar. Ona hiçbir elem erişmedi; ve güzelliğinin kemali ile berâber kimse ona iltifat etmez ve bakmaz idi. Her kim kendisini Hakk’a emânet ederse, onun belâlardan emin olup selâmette kaldığını ve hiç kimsenin ihtiyacının onun zât-ı hazretinde zâyi’ olmadığını bundan bilesin.
Bir dervişin çocuğu var idi. Ona, her ne isterse “Allah’dan iste!” der idi. Çocuk ağlar ve kendisine öğretildiği şekilde arzûsunu Hak’dan talep ederdi. O zaman istediğini hazır ederler idi. Böylece seneler geçti; çocuk bir gün evde yalnız kalmıştır. Canı keşkek denilen yemeği çekti. Aynı şekilde âdeti olduğu üzerine “Yâ Rab, keşkek isterim” dedi. Hemen gayb tarafından bir kâse keşkek hazır oldu. Çocuk doyuncaya kadar yedi. Babası ve annesi gelip “Birşey ister misin?” diye sordular. Çocuk, “Allah’dan keşkek istedim ve yedim” cevâbını verdi. Babası, Elhamdulillah bu makâma ulaştın ve Hakk’a olan i’timâdın kuvvet buldu” dedi.
Cenâb-ı Meryem’in annesi, Meryem’i doğurdugu zaman, onu mescide verip, hiçbir iş gördürmeyeceğini Hakk’a karşı adamış olduğundan bir mescid köşesinde bıraktı. Zekeriyyâ (a.s.) onun işlerine ve husûsuna bakmak istedi. Başkaları da bunu vâzife olarak üzerlerine almaya tâlib idiler. Aralarında tartışma oldu. O devirde âdet böyle idi ki, herkes suya birer değnek atar ve her kimin değneği su üzerinde kalırsa, o şey onun olur idi. Tesâdüfen fal, Zekeriyyâ (a.s.)a çıktı. “Hak bunundur” dediler. Ve Zekeriyyâ (a.s.) her gün yemek getirdiği zaman mescidin köşesinde o cinsten yemek bulurdu. “Ey Meryem senin vasîn benim; bunu nereden buldun?” dedi. Cenâb-ı Meryem cevap verdi ki, “Yemeğe muhtâc olduğum zaman, her ne istersem Hak Teâlâ gönderir, O’nun kerem ve rahmeti sonsuzdur; ve her kim O’na i’timâd ederse, asla zâyi’ olmaz.” Zekeriyyâ (a.s.) dedi: “Yâ Rab, mâdemki sen herkesin ihtiyacını gideriyorsun, benim de bir ihtiyacım vardır, kolaylaştır ve bana bir evlât ihsân et ki, senin dostun olsun ve benim teşvîk etmeme gerek kalmaksızın seninle ünsiyeti bulunsun ve tâatınla meşgûl olsun.” Hak Teâlâ Yahyâ (a.s.)ı vücüda getirdi. Oysa Zekeriyyâ (a.s.)ın ihtiyarlıktan beli bükülmüş ve zayıf olmuş idi; ve Yahyâ (a.s.) ın annesi de daha gençliğinde iken kısırdı. İhtiyarlığında adet gördü ve hâmile oldu.
Şunu anla ki, bütün bunlar Hakk’ın kudreti indinde bahânedir ve hep O’dur ve mutlak hâkim O’dur. Ve mü’min o kimsedir ki perdenin arkasında birisinin olduğunu ve bizim hallerimizden haberdâr olduğunu ve her ne kadar biz O’nu görmesek bile O’nun bizi gördüğünü bilir; ve bu bir masaldır, deyip inanmayan kimsenin tersine olarak bu inanışta ona yakîn hâsıl olur. Bir gün gelir ki, o inanmayan kimsenin kulağı açılır. Pişman olup “Fenâ söylemişim, hatâ etmişim, hep O imiş, ben ise, O’nu kaldırdım” der. Örneğin sen rebâb çalmasını bilirsin. Benim duvar arkasında dinlediğimi anlayınca en îtinâlı şekilde rebâb çalar ve o şekilde çalmayı bırakmazsın. Bu namaz, bütün gün kıyâm ve rükû’ ve secde etmek için değildir. Ancak maksat odur ki, zâhiri namazda olan hâlin sende devâmlılık üzere bulunması lâzımdır. Uyuduğun, uyanık bulunduğun, yazdığın ve okuduğun zamanlarda sonuçta bütün hallerde Hakk’ın zikrinden geri kalmamalısın, tâ ki “Ellezîne hüm alâ salâtihim dâimûn” (Maâric, 70/23) yâni “Namaz kılanlar ki, onlar namazlarına devâm edenlerdir” vasfıyla vasıflanmış olan zümreye dâhil olasın. Bu söylemek ve susmak ve yemek ve uyumak ve gazab ve af ve bütün vasıfların döndüğü değirmenin dönüşüdür. Onun bu dönüşü, kesinlikle su vâsıtasıyla olur. Çünkü kendisini susuz da tecrübe etmiştir. Şimdi eğer değirmen bu dönüşü kendisinden görürse, cehâlet ve gafletin aynı olur. Bundan dolayı bu dönüş ve meydan dardır. Çünkü bu âlemin halleridir. “Yâ Rab, bana bu seyir ve dönüşten başka rûhani bir dönüşü kolaylaştır! Çünkü bütün ihtiyaçları kazâ eden sensin; ve kerem ve rahmetin bütün mevcûtlar üzerine umûmidir” diyerek Hakk’a karşı figân et!
Şimdi ihtiyaçlarını an be an Hakk’a arz et ve O’nun zikrinden gâfil olma! Çünkü Hakk’ın zikri, rûh kuşunun kuvveti ve kol-kanadıdır. Eğer küllî maksâd hâsıl olursa, nûr üzerine nûr olur. Ve aksi halde o Hak zikri ile yavaş yavaş bâtın nurlanır ve senin için âlemden bir kesilme keyfiyeti hâsıl olur. Örneğin kuş gökyüzüne uçmak ister. Gökyüzüne ulaşamasa bile, an be an yeryüzünden uzaklaşır; diğer kuşlardan daha yükseğe çıkar. Veyâhut örneğin bir misk kokusu kabı vardır ve ağzı dardır. Elini içine sokarsın, misk çıkaramazsın. Fakat bununla berâber koku eline bulaşır ve burnun güzel bir koku duyar. İşte Hakk’ın zikri de böyledir. Her ne kadar zât-ı şerîfine ulaşamasan da; ancak O’nun zikri (celle celâluhû) sana te’sîr eder ve bu zikirden faydalar oluşur.