Şeyh İbrâhîm azîz bir derviştir. Onu gördüğüm zaman, dostlar hâtıra gelir. Mevlânâ Şemseddîn’in (k.s.) onlara çok büyük lütfu var idi. Dâimâ “Bizim şeyh İbrâhîm’imiz” buyurur ve kendine nispet ederdi. Yardım ve lütuf başka şeydir ve gayret edip çalışmak başka bir iştir. Nebîler nübüvvet makâmına gayret edip çalışarak erişmediler, o devleti lütuf ile buldular. Ancak âdet budur ki, her kime o makâm hâsıl olursa, onun sîreti ve yaşantısı, gayret ile çalışma ve salâh yolu üzerine olur. Bu da kendilerine ve sözlerine i’timâd etmeleri için, avâma karşı bir haldir. Çünkü halkın bakışı bâtına olmaz. Onlar zâhiri görücüdürler. Avâm zâhire tâbi’ olunca, onun vâsıtası ve bereketi ile bâtına yol bulurlar. Sonuçta Firavun dahî, çok büyük bir gayret ile çalıştı ve ihsânlar etti ve hayırlara vesile oldu. Ancak inâyet mazharı olmadığından, şüphesiz o tâat ve çalışma ona aydınlık bahşetmedi ve hepsi örtülü kaldı. Nitekim emîrin birisi, kale içinde kaledekilere ihsân ve hayır eder. Amaç pâdişaha karşı ayaklanmak ve isyân etmek olduğundan şüphesiz o ihsânın kadri ve inâyeti olmaz. Bununla berâber tamamıyla inâyet ondan kaldırılamaz. Hak Teâlâ Hazretleri’nin onun hakkında bir gizli inâyeti olması mümkündür. Bir fayda için onu reddolunmuş kılar. Çünkü pâdişâha kahır ve lütuf ve hil’at ve zindanın her ikisi de lâzımdır. Gönül ehli olanlar, ondan inâyeti tamâmen kaldırmazlar; ancak zâhir ehli onu tamâmı ile reddolunmuş bilirler. Zâhiri düzen için fayda ondadır.
Pâdişâh birisini darağacına çekip insanların gözü önünde yüksek bir yere asar. Oysa onu, başka şekilde gizlice helâk etmek mümkündür. Fakat bundan maksat, herkesin görmesi ve ibret alması, ve hükmün sözünün geçmesi ve pâdişâhın emrine uymanın gözükmesidir. Darağaçlarının hepsi, ağaçtan olmaz. Dünyânın mevkî ve rütbesi ve devleti de, büyük bir darağacıdır. Hak Teâlâ Hazretleri bir kimseyi cezâlandırmayı murâd ettiğinde, ona Firavun ve Nemrûd ve benzerleri gibi, dünyâda çok büyük bir mevkî ve büyük bir pâdişâhlık verir. O, darağacı gibidir. Çünkü Hak Teâlâ bütün halkın vâkıf olmaları için, onları o makâma tâyin eder.
Bunun için Cenâb-ı Hak: “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmemi sevdim…” buyurur. Yâni bütün âlemi halk ettim. Ondan maksat ba’zen lütuf ve ba’zen kahır ile bütün bizim zuhûr etmemiz idi. Bu, memlekete bir alâmeti yetecek bir pâdişâh değildir. Eğer âlemin zerreleri hep ta’rif edici olsalar, onun ta’rifinde âciz ve kusurlu olurlar. Bundan dolayı bütün halk edilmişler gece ve gündüz, Hakk’ı zuhûra çıkarırlar. Ancak bunu bâzıları bilirler ve zuhûra çıkarmaya vâkıftırlar ve bâzıları gâfildirler. Ne şekilde olursa olsun, Hakk’ın zuhûra çıkarması sâbit olur. Örneğin emîrin biri, birini dövüp terbiye etmelerini emreder. O kimse bağırır, feryâd eder; ve bununla berâber her ne kadar o kimse bağırsa da, me’mur emîrin hükmünü zuhûra çıkartır. Ve herkes bilir ki, darb eden ve darb edilen emîrin mahkûmudur; ve her ikisinden emîrin hükmü peydâ olur. Hakk’ı isbât edici olan kimse dâima Hakk’ı zuhûra çıkartır. Kaldıran kimse de Hakk’ı zuhûra çıkatıcıdır. Çünkü kaldırma olmaksızın bir şeyin isbâtı düşünülemez. Olsa da lezzetsiz ve mezesiz olur. Örneğin konuşmacının biri meclisde bir mes’ele mevzû bahis eder. Eğer orada “kabûl etmeyiz” diyen bir karşı taraf olmazsa, o neyi isbât eder? Onun nüktesinde ne zevk olur? Çünkü isbât, kaldırma karşılığında hoş olur. Bunun gibi bu âlem de Hakk’ın zuhûra çıkarma mahallidir. İsbât edici ve kaldırıcı olmaksızın bu mahalde bir parlaklık bulunmaz; ve her ikisi de Hakk’ın görünme yerleridirler.
Yârân emîrin huzûruna gittiler. Onlara gazab edip dedi ki: “Bunların hepsinin burada ne işi vardır?” Cevâp verdiler ki: “Bizim izdihâmımız ve çokluğumuz, bir kimseye zulmetmek için değildir. Sabır ve tahammül husûsunda kendimize yardımcılık ve bir diğerimizle yardımlaşma içindir”. Nitekim ta’ziye husûsunda halk toplanırlar. Bu toplanma ölümü def’ etmek için değildir. Amaç ancak musîbet sâhibini teselli etmek ve hâtırından vahşeti def’ etmektir. Çünkü “Mü’minler tek bir nefs gibidir” buyrulmuştur.
Dervişler tek bir ten hükmündedir. Eğer a’zâdan bir uzuv, derde düşerse diğer parçalar elem duyucu olur. Göz görmekten, kulak işitmekten ve dil söylemekten kalır ve hepsi o hasta uzuvda toplanırlar. Dostluğun şartı, kendisini dosta fedâ etmek ve dost için kendisini kavgaya atmaktır. Çünkü bütün yüzler bir şeydir ve bir denize gark olmuştur. Îmân’ın eseri ve islâm olmanın şartı budur. Ten tarafına çeken bir dost, can tarafına çeken bir dosta benzer mi? Mü’min kendisini Hakk’a fedâ ettiği zaman belâdan ve elinin ve ayağının kesilmesi korkusundan hiç endişe duyar mı? “Lâ dayra innâ ilâ rabbinâ münkalibûn” (Şuarâ, 26/50) yâni “Sihirbazlar Firavun’a dediler ki, senin fiilinden bize zarar yoktur; biz Rabbimize dönücüleriz” âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere, mâdemki Hak tarafına gidiyor, el ve ayağa ne ihtiyâç vardır? El ve ayağı kendi tarafından bu tarafa sefer edesin diye verdi. Mâdemki el ve ayağı halk edenin tarafına gidiyorsun, eğer elden gidip, ayaktan düşerek Firavun’un sihirbazları gibi elsiz ve ayaksız olursan ne gam vardır. Kıt’a: Tercüme:
“Sîmber yârin elinden zehir içmek kâbildir. Onun acı sözü şeker gibi yenip yutulabilir. O hakîkî mahbûbun nezdinde lezzet verici olan tuzdan pek çok bulunur. Tuz bulunan bir yerde ise, ciğer yemek mümkündür.”