Dördüncü Fasıl insân bu âleme belirli bir hizmet için gelmiştir; ve amaç odur

Birisi, burada bir şey unutmuşum, dedi.

Cenâb-ı Pîr-i dest-gir buyudular ki: Âlemde bir şey vardır ki o, unutulmaya lâyık değildir. Eğer herşeyi unutup, onu unutmaz isen, mahzûr yoktur. Ve eğer herşeyi hatırlayıp yerine getirsen ve unutmasan ve onu unutsan, hiçbir şey yapmamış olursun.

Bu ona benzer ki pâdişâh seni belirli bir görev ile bir beldeye gönderse ve diğer yüz hizmeti terk etsen, oraya gönderilmenden amaçlanan hizmeti terk etmez isen, hiçbir şey terk etmemiş gibi olursun. Şimdi insân bu âleme belirli bir hizmet için gelmiştir; ve amaç odur. O hizmeti terk etmeyince, hiçbir şeyi terk etmemiş gibi olursun. “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân, innehu kâne zalûmen cehûlâ” (Ahzab, 33/72) Yâni “Biz emâneti, göklere ve yere ve dağlara arz ettik. Onlar o emâneti yerine getiremeyecekleri korkusuyla onu yüklenmekten çekinip, iptâlini ricâ ettiler. Onu insân yüklenmekle çok zâlîm ve çok câhîl oldu.”

Hak Sübhânehû ve Teâlâ, o emâneti göklere arz ettik, kabûl edemedi, buyuruyor. Dikkât et ki, o göklerden ve yerlerden bu kadar çeşitli hizmetler meydana geliyor ki, akıl onda hayrân olur. Taşları lâl ve yâkût eder. Dağları, altın ve gümüş kaynağı eder. Bitkiler için yeryüzünü coşturur ve canlandırır ve Adn cennetinin benzeri yapar. Yeryüzü de, tâneleri alıp meyve verir ve ayıpları örter; ve açıklamaya gelemeyen yüzbinlerce acâibi alır, verir. Ve dağlar dahi böylece çeşitli mâdenler oluşturur; bütün bunları yaparlar. Fakat insâna mahsûs olan bir hizmet onların elinden gelmez.

Hak Teâlâ “Ve lekad kerremnâ benî âdeme” (İsrâ, 17/70) Yânî “Andolsun biz, Âdemoğullarına izzet ve şeref verdik.” buyurmuş; “Andolsun biz, göklere ve yere izzet ve şeref verdik.” buyurmamış olduğu için, o bir hizmet ancak insânda açığa çıkar. Şimdi ne yerin ve ne göğün ve ne de dağların yapamadıkları o bir hizmet insandan açığa çıkınca, o zâlîmlik ve câhîllik ondan gizli olur.

Eğer sen der isen ki: “Ben o hizmeti yapmıyorum ammâ, benden bu kadar çeşitli hizmetler husûle geliyor”.

Derim ki, insânı o çeşitli hizmetler için halketmemişlerdir. Bu ona benzer ki sen hind çeliğinden yapılmış ve pâdişahların hazinesinde benzeri bulunmayan gayet kıymetli bir kılıcı alıp, ben bunu hizmet dışı bırakmıyorum, böyle bir hizmet yerine getiriyorum diye kokuşmuş bir öküzün etinde satırlık hizmetinde kullanıyorsun; veyâhut bir altın tencere getirmişsin, onda şalgam pişiriyorsun. Oysa onun küçük bir parçasından yüz tencere satın alınır. Yâhut mücevher bir bıçağı, hizmet dışı bir halde bırakmıyorum, iş görüyorum ve kabak asıyorum diye, bir kırık kabağa çivi yapıyorsun. Bu haller komik ve teessüf olmaz mı? O kabağın lâyıkı, kıymeti bir puldan ibâret bulunan bir tahta veyâ demir çivi iken, yüz altın kıymetindeki bir bıçağı, bu işte kullanmak ne akıldır! Hak Teâlâ, sana çok büyük kıymet takdîr etmiştir. Nitekim buyurur: “İnnallâheşterâ minel mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi enne lehümül cennete,” (Tevbe, 9/111) Yânî “Allah Teâlâ mü’minlerden nefislerini cihâda ve mallarını sadaka ve infâka sarfedenlere karşılık olarak cennet vererek müşterî oldu.”

Şiir:

Tercüme: “Sen kıymetce iki cihanın ötesindesin; ne yapayım kendi kadrini bilmiyorsun.”

Mısrâ:

Tercüme: “Kendini ucuz satma; çünkü sen çok ağır değerdesin.”

Hak Teâlâ buyurur ki: Ben sizi ve vakitlerinizi ve nefeslerinizi ve mallarınızı ve dünyânızı satın aldım. Eğer bana sarf eder ve bana verirseniz onun bedeli ebedî cennettir. İşte benim indimdeki kıymetin budur. Eğer sen kendini cehenneme satar isen, kendine zulmetmiş olursun. Bu tıpkı bir adamın yüz altın kıymetindeki bir bıçağı duvara çakıp, ona bir kabak veyâ testi asmasına benzer. Sen özürle berâber dersin ki: Ben kendimi yüksek hizmetlere meşgûl ediyorum; fıkıh ve hikmet ve tıp ve mantık ve astronomi ve diğerleri gibi ilimleri tahsîl ediyorum. Cevap veririm ki: Bunların hepsi kendin içindir. Eğer fıkıh tahsilinde isen bunu, elinden ekmeğini bir kimse kapmasın ve elbiseni yırtmasın ve seni öldürmesin tâ ki selâmetle yaşayasın diye öğreniyorsun. Ve eğer astronomi tahsîl ediyorsan, feleğin halleri ve onun te’sirleri ve yeryüzünde bolluk ve kıtlık, eminlik ve korku, hep senin hallerine bağlanır ve senin içindir. Ve yıldızların uğur ve uğursuzluk durumundan senin kısmetin etkilenir. Bu da senin içindir. Dikkat edersen asıl sensin ve bütün bunlar senin için ikinci derecedir. Ve senin için ikinci derece olanın bu kadar ayrıntısı ve acaiplikleri ve halleri ve çok tuhaf ve sonsuz âlemleri olunca, dikkat et ki, aslının halleri ne olur? Ve senin için ikinci, derece olanların çıkışı ve inişi ve uğuru ve uğursuzluğu ve faydası ve zararı olunca, sen ki asılsın, kendine bir bak, rûhlar âleminde ne çıkış ve iniş ve uğur ve uğursuzluk ve fayda ve zarar olur. Nitekim filân rûhun o özelliği vardır ve ondan bu açığa çıkar ve filân işe yarar.

Senin için âlemde, bu uyku ve yemek gıdâsından başka, Hak nûrundan bir gıdâ vardır ki; “Rabb’imin yanında gecelerim; O beni yedirir ve içirir” onun delîlidir. Bu âlemde o gıdâyı unutmuş ve bu gıdâ ile meşgûl olmuşsun; ve gece ve gündüz teni beslersin. Sonuçta bu ten senin atındır ve bu âlem onun ahırıdır. Atın gıdâsı, binicinin gıdâsı olamaz. Onun meyli uyku ve yemek ve nîmet içinde yaşamayadır. Sebebi odur ki, hayvanlık ve dört ayaklılık sana üstün gelmiştir. Sen atın üstünde, atların ahırında kalmışsın; ve bâkâ âleminin pâdişahları ve emîrlerinin yanında makâmın yoktur; gönlün oradadır. Fakat ten üstün olunca, tenin hükmüne girip ona esîr olmuşsun.

Nitekim Mecnûn Leylâ’nın şehrine gitmeye niyetlenip, aklı başında oldukça devesini o tarafa sürdü. Ne zaman ki, bir an, Leylâ’ya konsantre olup kendini ve devesini unuttu; devesinin ise köyde bir yavrusu olduğundan, fırsat bulup geri döndü ve köye ulaştı. Mecnûn kendine gelince, iki günlük yoldan geri dönmüştü. Böylece üç ay yolda kaldı. Sonuçta bu deve benim belâmdır diye bağırıp, deveden aşağıya atladı ve yaya olarak gitti ve dedi: Şiir:

Nazımdan tercüme:

“Devemin arkadadır meyli; benimki önde.

İki muhâlif sevdâ arasında kaldım.”

Seyyid Burhâneddin (k.s.) söz söyler idi.

Birisi dedi ki: Senin medhini filân kimseden işittim. Buyurdular ki: Göreyim o filân nasıl adamdır; onun beni tanıyıp medhedecek mertebesi var mıdır? Eğer o, beni söz ile tanımış ise, şu halde beni tanımamıştır. Çünkü bu söz ve bu harf ve ses ve bu dudak ve ağız kalmaz; bütün bunlar arazdır. Ve eğer fiil ile tanımış ise, yine böyledir. Ve eğer benim zâtımı tanımış ise, o zaman bilirim ki, o benim medhimi edebilir; ve o medh, benim medhim olur.

Hikâye: Pâdişâhın biri oğlunu hüner ehlinden bir gruba vermiş ve onlar, ona astronomi ilmi ve falcılık ve tıp vesâire öğretmiş idiler. Çocuk ahmaklığının ve kalınkafalılığının kemâliyle berâber, tamamıyla üstâd olmuştu. Birgün pâdişah yüzüğünü avucunun içine koyup, oğlunu imtihân için: “Gel avucumun içinde ne olduğunu söyle!” dedi.

Çocuk cevap verdi ki: “Elinde tuttuğun yuvarlaktır, sarıdır, içi oyuk ve mâdenidir.” Pâdişah dedi: “Mademki doğru ipuçları verdin, bundan dolayı böyle bir şeyin ne olabileceğine de hükmet!” Çocuk: “Kalbur olması gerekir” cevâbını verdi. Pâdişah dedi: “Akılları hayran edecek derecede isâbetli ipuçları verdin. Bu kadar tahsîl ve bilgi kuvveti nereye gitti? Kalburun avuç içine sığamayacağını düşünemedin.”

Şimdi zamanımızdakilerin ilimleri de böyledir. İlimlerde kılı kırk yararlar, kendilerine ilişkisi olmayan şeyleri gâyet iyi bilmişlerdir; ve o ilimlerde onlara tam bir ihâta hâsıl olmuştur; ve mühim olan ve hepsinden daha çok ona lâzım bulunan kendinin kendiliğini bilmez. Bu câizdir, o câiz değildir; ve bu helâldir, o haramdır diye her şeye helâl ve haramla hükmeder. Oysa kendisini bilmez ki helâl midir, haram mıdır? Câiz midir, pâk mıdır, yoksa pâk değilmidir? Bundan dolayı bu içi oyukluk ve sarılık ve işlenmişlik ve yuvarlak oluş, ona ârızîdir. Ateşe attığın zaman, bunların hiçbiri kalmaz. Zâtı bunların hepsinden sâfî olur. İlimlerden ve fiilden ve sözden velhâsıl her şeyden verdikleri nişan böyle olur. Bunların hepsinden sonra, onun bâkî olan cevherlerine alâkası yoktur. Onların nişanı işte böyle olur. Herşeyi söylerler ve açıklarlar; ve sonunda avuç içinde kalbur olduğuna hükmederler. Çünkü asıl olan şeyden haberleri yoktur.

Ben ne tür kuşum, bülbül müyüm, yâhut papağan mıyım? Eğer bana ötüşünü değiştir derlerse, edemem. Mâdemki benim lisânım ancak budur, bunun dışında bir şeyi söyleyemem. Bu halim o kim- senin tersinedir ki, o kimse kuş ötüşünü öğrenmiştir; fakat kendisi kuş değildir; kuşların düşmanı ve avcısıdır. Kendisini kuş zannetsinler diye kuş sesi çıkarır. Eğer ona bu sesten başka bir ses çıkar diye hükmederlerse çıkarabilir. Çünkü bu ses onda ödünçtür; ve o kendisinin olmadığından, başka ses çıkarmaya gücü yeter. Çünkü onu öğrenmiştir. Halkın kıymetli eşyalarını çalan kimse, her hâneden bir kumaş gösterir.