Ellinci Fasıl Âşıkın, ma’şûkun murâdına tabi’ olması lâzımdır

Tercüme: “Hiçbir şeyi aramadıkça bulamazsın; ancak bu dostu bulmadıkça aramazsın.”

Bir adamın talebi, bulunmamış bir şeyi istemesi ve gece gündüz onu arayıp sorucu bulunmasıdır. Yoksa bulunmuş ve maksât hâsıl olmuş ve tâlib olan kimse onu elde etmiş iken bir şeyi taleb etmek acaîbdir; ve böyle bir taleb insanın vehmine sığmaz ve beşer onu düşünemez. Çünkü onun talebi bulunmamış olan bir şey içindir. Ve bulundugu halde taleb olunan şey ise, Hak talebidir. Çünkü her şey Hak Teâlâ’yı bulmuştur ve bütün eşya O’nun kudretinde mevcûddur. “Ol (der) ve vâcid mâcid olur.” Vâcid odur ki, her şeyi bulmuş ola. Bununla beraber Hak Teâlâ tâlibdir. Çünkü tâlib ve gâlib O’dur. Şimdi bu beyitten kasıt odur ki: Ey insan, sen her ne kadar sonradan olan ve yokluk vasfı bulunan bu taleb içinde bulunmakta isen de, maksâttan uzaksın. Ne zamanki talebin Hak talebinde fânî olur ve Hak talebi senin talebinde istilâ edici bulunur, işte o zaman, Hak talebi ile tâlib olursun.

Bu sırada huzurda olanlardan birisi şöyle dedi: “Hakk’ın velisi olan ve Hakk’a ulaşmış bulunanın kim olduğunu bilmek için, ne söz ve ne fiil ve ne de kerâmetler, sonuç olarak hiçbir bakış açısından, bence hiçbir kesin delîl yoktur. Çünkü sözün öğrenilmiş olması mümkündür. Ve kerâmet fiilleri papazlarda da vardır; ve onlar içleri keşfederler ve sihir yoluyla birçok acaîblikler gösterirler.”

Buna benzeyen şeyler saydı. Hudâvendigârımız hazretleri buyurdular:

“Sen hiçbir kimseye bağlımısın, yoksa değil misin?” Soruyu soran dedi: “Eyvallah, bağlıyım ve âşığım.”

Hz. Hudâvendigâr buyurdu: “Senin o kimse hakkındaki inancın bir delîl ve nişâna mı dayanmaktadır, yoksa öylece göz kapayıp da mı o kimseyi seçtin?”

Soruyu soran dedi: “Hâşâ, o zâta olan inancım delilsiz ve nişânsız değildir.”

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular: “O halde inanç husûsunda niçin hiçbir delîl yoktur diyorsun; birbirine zıt söz söylüyorsun?”

Huzurda bulunanlardan bir diğeri şöyle dedi: “Her azîz veli, kendisinin Hakk’a olan yakınlığının kimsede bulunmadığını ve Hakk’ın kendisine olan bu inâyetinin kimseye olmadığını zanneder. ”

Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular: “Bunu kim söyledi? Ya velî söyledi veyâhut velînin gayrı söyledi. Eğer velî söyledi ise, bu halde o kimse her velînin nefsi hakkındaki inancının bu olduğunu bildi. Bundan dolayı bu inâyet ona mahsûs olmamış olur. Ve eğer velînin gayrı söylemiş ise, bu halde gerçekten Hakk’ın hâs velîsi odur. Çünkü Hak Teâlâ bu sırrı evliyânın hepsinden gizlediği halde, ondan gizlemedi.”

Hz. Pîr’in îzâhâti üzerine soruyu soran şu örneği verdi: Örneğin bir pâdişâhın on câriyesi var; ve bu câriyeler, “Pâdişâhın indinde içimizden kim daha çok sevgilidir? Bunu bilmek isteriz” derler. Pâdişâh da: “Bu yüzük yarın her kimin odasında bulunursa, en çok sevgili olan odur” buyurur. Ve pâdişâh aynı yüzükten on tane daha yapılmasını emredip, ertesi günü her bir câriyeye verir.

Bu örnek üzerine Hz. Pîr buyurdular: “Soru hâlâ cevaplanmamıştır ve bu örnek cevap değildir ve bu bahis ile alâkası yoktur. Bu sözü, eğer on câriyeden birisi dedi ise, bu halde o, bu yüzüğün kendisine mahsûs olmadığını ve her bir câriyede onun benzerinin bulunduğunu bildi. Bu şekilde, onda üstünlük bulunmaz ve en sevgili olmaz. Ve eğer bu sözü o on câriyenin dışında biri söylediyse, o halde o câriye, pâdişâhın has yakını ve onun sevgilisidir.”

Huzurdakilerden birisi dedi: “Âşıkın zelîl ve hor ve metânetli olması lâzımdır.” (Bu vasıflardan birtakım şeyler daha saydı.)

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular: Âşıkın, ma’şûkun murâdına tabi’ olması lâzımdır. Eğer bu zillet ma’şûkun murâdının tersine olursa, o âşık olmaz. Kendi murâdına tabi’ olmuş olur. Ve eğer ma’şûkun murâdına tabi’ olursa ve, ma’şûk onun zelîl ve hor olmasını istemezse, o âşık nasıl zelîl olur?

Bundan anlaşıldı ki âşıkın halleri, ma’şûkun murâdının ne olduğu anlaşılmadıkça bilinmez.

Îsâ (a.s.) “Hayvanın hayvan etini nasıl yediğine hayret ederim.” buyurmuştur. Zâhir ehli derler ki: “İnsan hayvan etini yer, oysa her ikisi de hayvandırlar.” Bu hatâdır, niçin? Çünkü insan et yer; ancak o yediği hayvan değildir, mâdendir. Çünkü ölünce hayvanlık kalmaz. Ancak maksat budur ki, şeyh müridini bir esâsa bağlı olmaksızın ve niteliksiz bir halde yutar. Böyle garîb bir hâle hayret ederim.

Huzurdakilerden birisi şu soruyu sordu: “İbrâhim (a.s.) Nemrûd’a dedi ki: Benim Rabbim ölüyü diriltir ve diriyi öldürur. (Bakara, 2/258). Nemrûd: Ben de birisini azlederim, bu onu öldürdüm gibidir; ve birine mevkî veririm, bu da onu diriltmem gibidir, diye cevab verdi. O zaman İbrâhîm (a.s.) bu söylediğinden vazgeçti ve sessiz kaldı. Başka delîle girişip: Benim Rabb’im güneşi doğudan çıkarır ve batıdan batırır. Sen de onun tersini yap! (Bakara, 2/258) dedi. Bu söz, zâhir yönünden ilk söylediği delîle muhalefettir.

Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular: Hâşâ ki İbrâhîm (a.s.) Nemrûd’un delîli ile susmuş olsun ve onun için cevap kalmasın. Belki bu söz, diğer misâl içinde ilk sözün aynıdır. Yâni Hak Teâlâ cenîni rahim doğusundan çıkarır ve kabir batısından batırır. Eğer sen ilâhlık da’vası ediyorsan, onun tersini yap! Yâni batı kabrinden çıkar ve rahim doğusuna çevir. Bundan dolayı İbrâhîm (a.s.)ın getirdiği delîl bir sözden ibâret olmuş olur. Hak Teâlâ Hazretleri Âdem’i her an yeniden halk eder ve onun bâtınına yeni şeyler ulaştırır ki, başı sonuna benzemez. Ancak o kendisinden gâfildir ve kendisini bilmez.

Sultan Mahmûd’a çok hızlı koşan bir at getirmiş idiler ki gâyet güzel ve latîf sûreti vardı. Bayramda ona bindi; bütün halk onu seyretmek için damlara çıkmış ve seyre dalmış idiler. Sarhoşun biri odasına çekilmiş idi. “Gel sen de şu atı seyret!” diyerek onu zorla dama götürdüler. “Canım ben kendimle meşgûlüm ve onu görmek merâkında değilim” dedi ise de çare olmadı. Ne zamanki damın kenarına geldi, pek sarhoş olduğundan, sultanı o atın üzerinde görünce: “Benim indimde bu atın ne önemi; eğer şimdi bir şarkıcı şarkı söyleyeme başlasa ve onun atı benim olsa, hemen atı şarkıcıya bağışlarım” dedi. Sultan bunu işitip gazaba geldi ve onu hapsetmelerini emretti. Bunun üzerinden bir hafta geçti; bu adam: “Benim kabâhatim ne idi? Âlemin şâhı beyân buyursunlar, tâ ki bu hizmetkârı anlasın” haberiyle sultana birisini gönderdi. Sultanın emri üzerine onu huzûruna getirdiler. Padîşâh: “Ey edebsiz rind, bu sözü nasıl söyledin?” dedi. O kimse: “Ey âlemin şâhı, bu sözü ben söylemedim. O vakit damın kenarında sarhoş bir adamcık vardı, o sözü o söyledi ve gitti” diye cevâb verdi. Onun bu cevâbı pâdişâha hoş geldi. İhtiyâcını karşılayıp ona hil’at ihsân etti ve hapisten saldı.

Her kimin ki bize bağlılığı vardır ve bu şaraptan mest olmuştur, her nereye giderse gitsin ve her kimle oturursa otursun ve hangi toplulukla sohbet ederse etsin, hakîkatte bizimle oturur ve bu cins ile karışıp görüşür. Çünkü yâr olmayanlar ile sohbet, yâr olanın lütfuna aynadır ve cinsin gayrı ile karışmak, muhabbet îcâbı ve cins ile karışmaktır; çünkü eşya zıddı ile belli olur.

Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) şekere “Ümmî” diye isimlendirme buyurmuşlardı. Yâni anadan doğma şirin demek idi. Şimdi diğer meyveler şekere karşı iftihar edip derler ki: “Biz tatlılık mertebesine gelinceye değin, bu kadar acılıklar çekmişiz; sen ise acılığın zahmetini çekmemiş olduğun için tatlılığın lezzetini ne bilirsin?”