Ellibirinci Fasıl Bu söz denilen şey küçüktür, o kadar büyük değildir; kuvveti yoktur.

Hz. Pîr-i dest-gîrden bu beytin tefsirini sordular: Nazmen tercüme:

“Erişdikde son hadde meyl ü hevâ

Muhabbet, düşmanlık olur baştan başa”

Hz. Hüdâvendigâr’ımız şu şekilde îzâh buyurdular:

Düşmanlık âlemi, muhabbet âlemine oranla dardır. Çünkü muhabbet âlemine ulaşmak için düşmanlık âleminden kaçarlar. Ve muhabbet âlemi de, muhabbet ve düşmanlığın vücûd bulduğu âleme oranla dardır. Dostluk, düşmanlık, küfür ve îmân ikiliği gerektirir. Çünkü küfür inkârdır. İnkâr edene bir kimse lâzımdır ki, onun inkârcısı olsun; ve aynı şekidle tasdîk ediciye bir kimse lâzımdır ki, onu tasdîk etsin. Şimdi anlaşıldı ki, yegânelik ve bigânelik ikilik gerektirir; ve o âlem, küfür ve îmân ve muhabbet ve düşmanlığın ötesindendir. Ve mâdemki muhabbet ikiliği gerektirir; ve bir âlem vardır ki, orada ikilik yoktur ve salt birlik vardır; oraya erişildiğinde ikilikten ayrılınır. Şimdi ikilikten ibâret olan ilk âlem aşktır; ve muhabbet şimdi nüzûl edenin naklettiği bu âleme oranla aşağıdır, onu istemez ve düşmanlığı vardır. Nitekim Mansûr’un muhabbeti son dereceye ulaştığında, kendisine düşman oldu; ve kendisini yok kılıp “Ene’l-Hak” yâni “Ben fânî oldum, Hak kaldı” dedi. Bu ise tevâzu’nun sonu ve kulluğun nihâyetidir; yâni ancak O’dur demek olur. Bundan dolayı da’vâ ve büyüklenme, “Sen Hudâ’sın ve ben köleyim” demendir. Bu şekilde kendinin mevcûdiyyetini de isbât etmiş olursun; ve burada ikilik gerekir. Ve senin “Hüve’l-Hak” demen dahî ikiliktir. Çünkü “ene yânî ben” olmadıkça “Hüve yâni O” mümkün olmaz. Bundan dolayı “Ene’l-Hak” sözünü Hak söyledi, çünkü O’ndan gayrı bir mevcûd yoktu; ve Mansûr fânî olmuş idi, o söz Hakk’ın sözü idi. Hayâl âlemi, düşünceler ve duyular âlemine oranla daha geniştir. Çünkü bütün düşünceler hayâlden doğar; ve hayâl âlemi, hayâlin vücûd bulduğu âleme oranla dardır. Söz ile bu kadar anlaşılır, yoksa ma’nânın hakîkatinin sözler ve ibâreden anlaşılması mümkün değildir.

Huzurdakilerden birisi şu soruyu sordu: “Şu halde ibâre ve sözlerin faydası nedir?”

Cenâb-ı Mevlânâ (k.s.) efendimiz buyurdular:

“Sözün faydası odur ki, seni talebe sevk eder; yoksa söz istenileni hâsıl etmez. Eğer böyle olsa idi, bu kadar mücâhedeye ve kendinin fenâsına ihtiyaç olmaz idi. Nitekim uzaktan bir şeyin hareket ettiğini görür ve onu görmek için arkasından gidersin. Yoksa onu görmen sâdece hareketini görmen değildir. İnsânın söyledikleri de bâtında böyledir. Her ne kadar hakîkatte sen onu görmez isen de, o ma’nânın talebinde senin için heyecan vericidir.

Huzurdakilerden birisi şöyle dedi: “Ben bu kadar ilimler tahsîl ettim ve ma’nâlar zabtettim; insanda bâkî kalacak olan o ma’nânın neden ibâret olduğunu anlamadım.”

Hz. Pîr-i dest-gîr buyurdular:

Yalnızca söz ile anlaşılsaydı, vücûdun fenâsına ihtiyâc olmaz ve bu kadar zahmetler çekilmezdi. Bâkî kalacak olan o şeyi bilmen için, kendin kalmayıncaya kadar çalışman lâzımdır. Örneğin birisi, “Ben Ka’be’nin mevcûd olduğunu işitiyorum; ancak dama çıkıp kadar baktığım halde Ka’be’yi görmüyorum” der. Tabî ki kimse dama çıkıp başını uzatarak Ka’be’yi göremez, inkârcı olur. Nitekim kışın kürkü canla taleb edersin; yaz geldiğinde kürkü atarsın ve hâtır ondan nefret edici olur. Şimdi, kürk talebi, sıcaklık oluşması içindir. Kışın mâni’ olması sebebiyle sıcaklık bulamadın ve kürkün aracılığına muhtaç oldun.

Fakat mâni’ ortadan kalkınca kürkü attın. “İzes semâunşakkat” (İnşikāk, 84/1) yâni “Gök yarıldığında” ve “İzâ zülziletil ardu zilzâlehâ” (Zelzele, 99/1) Yâni, “Yeryüzü şiddetle hareket ettiğinde” a’yetleri sana işârettir. Yâni sen, bir arada bulunmalarının lezzetini gördün; şimdi bir gün gelir ki, bu parçaların dağılmasının lezzetini görürsün ve o âlemin genişliğini mütâlaa edersin ve bu darlıktan kurtulursun. Örneğin birini çarmıha bağlarlar; zanneder ki, orada hoştur; ve kurtuluş lezzetini unutur. Çarmıhtan kurtulduğunda ne azâb içinde bulunduğuna vâkıf olur. Ve aynı şekilde çocukların büyümesi ve güvenliği beşikte olur. Oysa onun içinde ellerini bağlarlar. Eğer bir beşiğe yetişkin olan bir kimseyi koyup bağlasalar, azâb olur. Ba’zılarının zevki ve mezesi, bütün parçaların tümden dağılmış olup kendi aslına ulaşmasındadır. Ba’zıları da hiç yârlık ve aşk ve muhabbet ve küfür ve îmân kalmayıp kendi asıllarına ulaşmayı isterler. Çünkü bütün bu parçalar, birtakım duvarlardır; ve ikiliği gerektirir ve darlıktan ibârettir. O âlem ise genişliği ve kendinden geçmeyi gerektirir. Bu söz denilen şey küçüktür, o kadar büyük değildir; kuvveti yoktur. Nasıl büyük olur? Sonuç olarak sözdür; belki söz zayıflığı gerektirir. Te’sir edici Hak’dır ve heyecan veren O’dur. Bu söz denilen şey ise ortada perdedir. İki üç harfin bir araya gelmesi nasıl hayat ve heyecanı gerektirici oluyor?

Örneğin birisi senin huzûruna geldi. Ona riâyet ettin ve “Hoş geldiniz, safâ geldiniz” dedin. Bu söz ile hoşlandı ve bu söz muhabbeti gerektirici oldu. Ve birisine sövdün, o iki üç söz gazabı gerektirici oldu. Şimdi… İki üç sözün bir araya gelmesinin muhabbet ve rızânın artmasına ve gazab ve düşmanlığın kıyâmına ne bağlantısı vardır? Ancak Hak Teâlâ her birinin bakışının, kendisinin cemâl ve kemâline olması için, bunları sebepler ve perdeler yapmıştır. Zayıf olan perdelee, zayıf olan bakışlara uygundur. Hak Teâlâ ise perdelerin arkasından hükümler eder ve sebebler hazırlar. Bu ekmek gerçekte hayât sebebi değildir. Ancak Hak Teâlâ onu hayât ve kuvvet sebebi kılmıştır. Sonuçta o, bir mâdenden ibârettir. Onda insânî hayât yoktur ki, kuvvetin artmasını gerektirici olsun. Eğer onun hayâtı olsaydı, kendi kendini zinde tutardı.