Hz. Mevlânâ efendimize bu mübârek beytin ma’nâsını sordular: Tercüme:
“Ey birâder, sen ancak endîşeden ibâretsin; senin geriye kalan şeyin kemik, damar, sinir ve lifler gibi şeylerdir.”
Cevâben buyurdular ki: Bunun ma’nâsını derin derin düşün. “Endîşeden ibâretsin” algılanabilir endîşeye işârettir; ve kolay anlaşılabilmesi için onu “endîşe” sözüyle ifâde ettik. Ancak hakîkatte o endişe değildir. Olsa da herkesin anladığı “endîşe” türünden değildir. Endîşe sözünden bizim kastımız şu ma’nâ idi; ve eğer bir kimse avâmın anlayışı için pek ince bir şekilde te’vil etmek isterse “İnsan, konuşan hayvandır” der. Konuşmak ise, ister gizli ve ister açık olsun “endîşe”dir; ve bu hayvanın gayrıdır. Şimdi insanın endişeden ibâret bulunması ve geriye kalanının kemik ve lifler olması doğru olur. Söz güneş gibidir. Bütün insanlar ondan ısı ve hayat bulurlar. Güneş ise dâima mevcuddur; ve bütün eşyâ dâima ondan ısı kazanırlar. Ancak güneş bakılmaya gelmez ve ondan hayat ve sıcaklık bulunduğunu bilmez. Ama ister şükür, ister şikâyet, ister hayır, ister şer olsun, bir söz ve ibâre ile söylenilmiş olduğu zaman bakılabilir. Bizim güneşimiz gibi dâima parlaktır. Ancak ışınları duvar üzerine yansımadıkca bakılmaya gelmez. Nitekim harf ve ses vâsıtası olmazsa, dâima mevcûd olmakla beraber, söz güneşinin ışınları gözükmez; çünkü güneş latîfdir ve hava latîfdir. Kesâfet lâzımdır ki, o kesâfet vâsıtasıyla bakılabilsin ve gözüksün.
Bir kimse Hak Teâlâ’nın kendisine hiçbir ma’nâ göstermemesi dolayısıyla sıkıntılı ve hissiz bir halde kaldığından bahsetti. Hak Teâlâ şöyle etti, böyle buyurdu dedikleri zaman, harâretlendi ve ma’nâyı gördü. Şimdi her ne kadar Hakk’ın letâfeti mevcûd ve ona yansımışsa da görmezdi. Emir ve yasak ve halk ve kudret vâsıtasıyla ona şerh edilmedikçe göremedi. Ba’zı kimseler vardır ki, zayıflıklarından bir yemek arasında, bal yemeye tâkat getiremediklerinden, pilav, zerde ve helva vesâire yerler; tâ ki kuvvet bulup vâsıtasız olarak bal yiyebilsinler.
Şimdi anlaşıldı ki, söyleyiş latîf, parlak ve kesilmeyen bir güneştir. Ancak sen güneşin ışınlarını görmek ve haz almak için kesîf bir vâsıtaya muhtaçsın. O güneşin ışınlarını ve letâfetini, kesâfet vâsıtası olmaksızın gördüğün ve onu görmeye alıştığın zaman, o güneşin seyrinde cür’etkâr ve güçlü olursun; ve o letâfet deryâsının aynı içinde, acaîb renkler ve garîb manzaralar görürsün; ve ne acaîb şeydir ki, söylesen de, söylemesen de o söyleyiş dâima sende mevcûttur. Her ne kadar endîşenin içinde bir söyleyiş yoktur; fakat söylenildiği anda söyleyiş dâima mevcûttur. Nitekim “İnsan, konuşan bir hayvandır” derler. O hayvâniyyet dâima sende mevcûddur; ve sen hayatta oldukça, böylece konuşmanın da dâima seninle berâber olması lâzım gelir. Nitekim bu âlemde uyumak, hayvâniyyetin zuhûru icâbıdır. Uyumak ise şart değildir. Ve aynı şekilde konuşmak için söylemenin ve söyleşmenin gerekleri vardır; ve söylemek ise, şart değildir.
İnsanın üç hâli vardır: İlki budur ki, Hak etrafında dolaşmaz. Kadın, erkek, mal ve taş ve toprak her ne olursa olsun, her şeye ibâdet ve hizmet eder; ve Hakk’a ibâdet etmez. Daha sonra ona bir bilgi ve vâkıf oluş hâsıl olunca Hakk’ın gayrısına hizmet etmez. Ve bu halden ilerledikten sonra, sükût edip Hakk’a hizmet ediyorum veyâ etmiyorum demez; bu iki mertebeden de dışarı çıkmış olur; ve bu sınıfın âlemde bir nişan ve şöhreti görülmez. Cenâb-ı Hak ne zâhir ve ne de gâibdir. Her ikisini de yâni hâzır oluş ve gayb oluşu halk edicidir. Bundan dolayı her ikisinin gayrı olur. Çünkü eğer hâzır olsa, gâib olmaması gerekir. Gâib olma vardır ve hâzır değildir; çünkü hâzır oluşun indinde gâib oluş vardır. Bundan dolayı o hâzır oluş ve gâib oluş ile vasıflanmaz. Aksi halde zıttan zıttın doğması gerekir. Çünkü gâib oluş hâlinde hâzır oluşu, onun halk etmiş olması gerekir; ve hâzır oluş gâib oluşun zıttıdır. Bundan dolayı zıttın zıttan doğması mümkün değildir; ve Hakk’ın kendi benzerini halk yaratması câiz olmaz. Çünkü “O’nun benzeri yoktur” derler. Eğer benzerin benzeri yaratması mümkün olsa, tercîh edilen olmaksızın tercih gerekir. Hem de bir şeyin kendi kendini icâd etmesi gerekir. Oysa ikisi de olamaz.
Buraya ulaştığın zaman, dur ve tasarruf etme ki, artık aklın burada tasarrufu yoktur. O akıl deryâ kenarına kadar gelip durur. O kadar durur ki, durmak kalmaz. Bütün sözler ve ilimler ve hünerlerin meze ve çeşnisi bu sözdendir. Eğer bu söz olmasa, hiçbir işte ve san’atta meze ve zevk kalmaz. Mevzû içindeki gâyeyi bilmezler. Bilmek de şart değildir. Nitekim bir erkek, zengin, koyunları ve at sürüleri vesâiresi olan bir kadını almak ister; ve bu erkek onları timar eder ve bağları, bostanları sular. Her ne kadar bu hizmetlerle meşgûl olursa da, bu işlerin zevkini, o kadının mevcûdiyyetinden bulur. Çünkü eğer o kadın ortadan kalkarsa, o işlerde hiçbir zevk kalmaz ve soğukluk olur; ve rûhsuz görünür. İşte bunun gibi âlemin bütün san’atları ve ilimleri ve sâiresi, hayâtı ve hoşluğu ve harâreti, ârifin zevkinin ışığından alırlar. Çünkü eğer onun zevki olmasa ve onun vücûdu bu işlere zevk ve lezzet vermese, hep ölü görünür; vallâhu a’lem.