Ellibeşinci Fasıl Azîm ilme ulaşmak için gayret et ve onun buraya sığacağını ümîd etme

Hz. Pîr, birisine hitâben buyurdu ki: Hâtırın hoş mudur, nasıldır? Hâtır azîz bir şeydir, bir tuzak gibidir. Avlanmak için, tuzağın sağlam olması lâzımdır. Eğer hâtır hoş olmazsa, tuzak bozulmuş olur; işe yaramaz. Şimdi bir kimse hakkındaki muhabbet haddinden fazla olmamalıdır. Düşmanlık da haddinden fazla olmamalıdır. Bu her ikisinden tuzak bozulmuş olur. “İşlerin hayırlısı ortasıdır” gereğince, vasat derecede olmalıdır. Haddinden fazla olmamalıdır dediğim muhabbet Hak Teâlâ’nın gayrı hakkındadır. Hak Teâlâ hakkında ise, hiç haddinden fazla oluş düşünülebilir değildir. Onun hakkındaki muhabbet, her ne kadar çok olursa o kadar iyidir. Ne zamanki Hakk’ın gayrına olan muhabbet haddi aşıcı olur ve halk ise feleğin dönüşünün te’sirindedirler, felek döner ve halkın bütün halleri de döner, Şimdi muhabbet bir kimse hakkında haddi aştığında, dâima onun saâdeti ve azameti arzu olunur. Bu ise gerçekleşmesi güç olan bir şeydir. Bundan dolayı hâtır bulanıklaşır ve düşmanlık haddi aştığında, dâima onun uğursuzluğu ve felâketi istenir; feleğin çarkı ise dönmektedir; bir zaman mes’ûd ve bir zaman uğursuz olur. Sürekli olarak uğursuzluğu da kolay değildir. Bundan dolayı yine hâtır bulanık olur. Hakk-ı Bârî’deki muhabbet bütün âlem ve halk edilmişlerde, mecûsî, yahûdî, nasrânîde ve bütün mevcûtlarda saklıdır. Bir kimse mûcîdini nasıl sevmez? Muhabbet onda saklıdır. Ancak mâniler onu perdeli yapar. Mâniler kalkınca, o muhabbet ortaya çıkar.

Mevcûtlar ne demek? Yokluk bile mevcûd olmak ümîdiyle coşmadadır. Nitekim dört kimse, mevkî talebiyle pâdişâhın huzûrunda saf olurlar ve her birisi pâdişâhın o mevkîyi kendisine vermesini beklemekte ve diğerinden mahcûptur. Çünkü birinin ümîdi, diğerinin ümîdini kırmaktadır. Şimdi icâd olunmaları ümîdiyle saf bağlayıp Hak’dan “Beni vâr eyle” diye kendilerinin önce icâd olmalarını isteyen yoklar, bir diğerlerinden mahcûpturlar. Şimdi yoklar böyle olunca, mevcûtlar nasıl olur? ”Ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi hamdihî” (İsrâ, 17/44) ya’nî “Hiç bir şey hâriç değil, hepsi O’na hamd ve tesbîh ederler” acâîb değildir. Acâîb olan budur: Beyit: Tercüme:

“Birdir ve ortağı yoktur, deyici oldukları halde, küfür ile dînin her ikisi de yolunda koşucudur.

Bu hânenin binâsı gaflettendir ve âlemin cisimlerinin bütün kıvâmı gaflet üzerinedir. Bu cisim dahî gafletten gelişip büyür. Gaflet ise küfürdendir; ve küfrün varlığı ile berâber dînin olması mümkün değildir. Çünkü din, küfrü terktir. Şimdi, terki mümkün olan bir küfür olmalıdır. Bundan dolayı her ikisi de bir şeydir. Bu onsuz, o bunsuz olmadığından ayrılmazdırlar; halk edicileri birdir. Eğer halk edicileri bir olmasaydı, ayrılabilir olurlardı. Çünkü her birisi bir şeyi halk ederdi; ayrılabilir olurdu. Şimdi mâdemki Hâlık birdir “O, ortağı olmayan bir tektir” olur.

Hazret-i Pîr’e dediler ki: “Seyyid Burhâneddin (k.s.) sözü güzel edâ buyururlar; amâ Senâi (k.s.) nun şiirini söz arasında çok okurlar.”

Hz. Pîr cevâben buyurdular:

Seyyid, dedikleri gibi yaparlar. Güneş güzeldir; nûr verir, ayıbı budur. Çünkü Cenâb-ı Senâi’nin sözünden bahsetmesi, söyledikleri sözü açığa çıkarmaktır. Ve eşyâyı güneş gösterir; görmek güneşin nûru içinde mümkün olur; ve güneşin nûrundan kasıt eşyâyı göstermesidir. Sonuçta bu güneş birtakım şeyler gösterir ki, işe yaramaz. Bir güneş ki, işe yarayan şeyleri gösterir, güneşin hakîkati odur; ve bu güneş ise o hakîkî güneşin fer’i ve mecâzıdır. Sonuçta siz bu güneşten cüz’i aklınız kadar bıktınız, mahzûn oldunuz. Size algılanabilir olmayan şeylerin görünmesi ve ilimlerin artması için, ilim nûru taleb ettiniz; ve her üstâddan ve ahbâbdan bir şey öğrenmek ve anlamak ümîdine düştünüz. Bundan dolayı bu görünen güneşin dışında, ma’nâların ve hakîkatlerin keşf olunduğu bir güneş olduğunu bildin. Ve bu kendisine sığınıp hoşlandığımız cüz’i ilim, o büyük ilmin fer’idir ve onun ışığıdır. Seni o büyük ilme ve aslî güneşe da’vet eder. “Ulâike yunâdevne min mekânin baîd” (Fussilet, 41/44) yâni “Onlara uzak mekândan seslenilir.” Sen o ilmi kendi tarafına çekersin. O, “Ben buraya sığmam, sen oraya geç ulaşırsın. Benim buraya sığmam mümkün değildir; ve senin oraya gelmen güçtür” der. Mümkün olmayanın var olması mümkün değildir. Ama zor olanın var olması imkânsız değildir. Bundan dolayı her ne kadar zor ise de, çok büyük bir ilme ulaşmak için gayret et ve onun buraya sığacağını ümîd etme; çünkü mümkün değildir. İşte bunun gibi, zenginler zenginlik sıfatının hâsıl olması için, Hakk’ın zenginliğinin muhabbetinden, pul pul ve tane tane toplarlar. Zenginlik ışığından hitâb gelir ki: “Ben büyük zenginlik tarafından size sesleniyorum. Beni niye buraya çekiyorsunuz? Ben buraya sığmam; siz bu zenginlik tarafına geliniz.”

Sözün kısası aslolan sonuçtur; sonuç övgüye değer olsun! Sonucun övgüye değer olması odur ki, bir ağacın kökü o rûhani bağda sâbit olur ve dalları başka yerde sarkmaktadır. Sonuçta o meyveleri, o bağa götürürler; çünkü kök o bağdadır. Ve eğer aksi olursa, gerçi sûrette tesbih ve tehlîl eder; fakat kökü bu âlemde olduğundan, onun bütün o meyvelerini bu âleme götürürler ve her ikisi de o bağda olurlar ise nûr üzerine nûr olur.