Huzûrda olanlardan birisi dedi: O müneccim “Siz bu feleklerin ve toprak kürenin hâricinde bir şey mevcûddur diye iddiâ edersiniz. Benim indimde bunun dışında bir şey yoktur, eğer varsa nerede olduğunu gösteriniz” diyor.
Hz. Pîr-i dest-gîr cevâben buyurdular:
İlk olarak bu soru bozuktur; çünkü “Nerededir?” diyorsun. Oysa onun yeri yoktur. Ondan sonra gel sen söyle ki, senin bu i’tirâzın neredendir? Ve hangi mahaldedir? Dilde, ağızda, gözde ve sînede değildir. Bunların hepsini iyice incelesen ve pâre pâre, zerre zerre etsen, bu i’tirâz ve endîşeyi aslâ bulamazsın. Kendi endîşenin mahallini bilemeyince, endîşeyi halk edenin mahallini nasıl bilirsin? Sana bu kadar bin endîşe ve haller gelir, elinde değildir ve senin mağdurun ve mahkûmun değildir. Ve eğer buna vâkıf olsan, senin üzerini çok sık olarak geçiş yeri edinen bu şeylerin hepsinin nerede olduğunu bilirdin. Oysa sen bunların nereden gelip, nereye gittiğinden ve ne yapacağından habersizsin. Mâdemki kendi hallerine vâkıf olmaktan âcizsin; halk edicine vâkıf olmayı nasıl ümîd edersin? Bir fâhişe kadın müneccime hitâben der ki: “Ey köpek, gökte yoktur diyorsun, olmadığını nasıl biliyorsun? Gökleri tamâmı tamâmına ölçtün, her tarafını dolaştın, şimdi geldin de orada olmadığını haber veriyorsun öyle mi? Hânende tuttuğun fâhişeni bilmiyorsun, gökleri nasıl bileceksin?”
Hey! Sen gökleri işitmişsin. Yıldızların ve feleklerin adlarını haber veriyorsun. Eğer göklerden tamamen yukarılara gideydin bu boş sözleri söylemezin. Bizim göklerde değildir demekten kastımız, göklerde yok demek değildir. Ya’nî gökler O’nu ihâta etmiş değildir; O ise gökleri ihâta etmiştir; ve göklere O’nun nasılsız, niçinsiz ve bir esâsı olmaksızın münâsebeti vardır. Sana olan münâsebeti de böyledir. Herşey O’nun kudret elindedir ve O’nun görünme yeridir ve O’nun tasarrufundadır. Bundan dolayı göklerden ve var edilmişlerden hâric değildir; ve küllîsiyle onda da değildir; ya’nî bunlar, O’nu ihâta edici değildir; O her şeyi ihâta edicidir.
Birisi “Yer, gök, arş ve kürsîden evvel Cenâb-ı Hak acaba nerede idi?” diye sordu. Ona cevâben dedim ki: İlk olarak bu soru bozuktur; çünkü Hak, bir mahalli olmayandır; sen ise “Hepsinden evvel nerede idi?” diye soruyorsun. Oysa senin birtakım şeylerin vardır ki mahalli yoktur. Bunların nerede olduğunu bilmediğin halde, mutlaklık üzere mahalsiz olan Hakk’ın mahallini niçin soruyorsun? Senin endîşene bir mahal düşünülmesi mümkün değildir. Sonuçta endîşeyi halk eden, endîşeden daha çok latîfdir. Örneğin evi yapan mi’mâr, evden daha latîfdir. Çünkü birbirine benzemeyen böyle işlerin ve tedbîrlerin yüz tanesini yapabilir. Bundan dolayı o pek çok latîf olmuş olur; velâkin onun letâfeti görünmez. Ancak his âleminde ortaya çıkan hâne ve bir amel vâsıtasıyla onun o letâfeti cemâlini gösterir. Kışın gözüken bu nefes, yazın gözükmez. Oysa nefes, yazın kesilmemiştir. Yaz latîftir; nefes ondan daha latîftir. Onun için kışın tersine olarak gözükmez. Bunun gibi senin bütün vasıfların ve ma’nâların latîftir, görünmezler. Ancak bir fiil vâsıtasıyla görünürler. Örneğin senin yumuşak huyun mevcûddur; fakat görünmez. Bir kabâhatliyi affettiğin zaman, algılanır. Ve sonu olmayan bir şekilde buna kıyâs et. Hak Teâlâ Hazretleri’nin letâfeti sonsuz derecede olduğundan görünmez. Kudret ve san’atının hissedilmesi için, yeri göğü halk etti. İşte bunun için buyurur: “E fe lem yanzurû iles semâi fevkahüm keyfe beneynâhâ” (Kāf, 50/6) ya’nî “İnkâr edenler, üzerlerinde olan semâya bakmazlar mı ki, biz onu nasıl binâ ettik!”
Sözüm elimde değildir. Bu yönden kederlenirim; velâkin sözümün benden daha yüksek olması ve benim onun mahkûmu olmam yönünden şâd olurum; çünkü Hakk’ın söylediği söz, her nereye erişirse hayat verir ve çok büyük te’sirler gösterir. “Ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) yâni “Attığın zaman da Habîbim sen atmadın, ancak Allah attı.” Hakk’ın yayından fırlayan bir oka hiç siper ve kalkan mâni’ olur mu? Bu yönden sevinirim. Eğer ilim külliyyen insanı istilâ etseydi ve cehâlet olmasaydı; insanı yakar, bırakmazdı. Bundan dolayı cehâlet, vücûdun devamlılığı onunla olduğu için, istenir; ve ilim Bârî Teâlâ’nın ma’rifetine vesîle olduğu için istenendir.
Şimdi her ikisi bir diğerinin yardımcısıdır ve bütün zıtlar böyledir. Gece her ne kadar gündüzün zıddı ise de, ona geri döner ve bir iş işler. Eğer dâima gece olsaydı, hiç bir iş hâsıl olmazdı; ve eğer dâima gündüz olsaydı, dimâğ ve bedenin âletleri şaşkın ve divâne olurlardı. Şimdi dimâğ ve fikir ve kulak ve göz kuvvet bulmak için, gece istirâhat ederler ve gündüz olunca o kuvvetleri harcar. Bundan dolayı zıtların hepsi bize zıd görünürler; ve hakîme göre hepsi bir iş işlerler ve zıd değildirler. Göster bakalım, âlemde hangi fenâdır ki, onun zımnında iyilik olmasın; ve hangi iyidir ki, onun zımnında fenâlık bulunmasın!… Örneğin birisi birini öldürmeye kastetti; ancak zinâ ile meşgûl oldu, böylece o kan onun elinden çıkmadı. Zinâ olması yönünden fenâdır ve öldürmeye mâni’ olması yönünden iyidir. Bundan dolayı fenâlık ve iyilik ayrılmaz bir şeydir.
Bu şekilde bizim için mecûsiler ile bir bahis vardır, şöyle ki: Onlar iki ilâh vardır, [biri hayrın halk edicisi ve diğeri] şerrin halk edicisidir derler. Şimdi… Şer olmayan bir hayır göster bakalım. Tâ ki biz de şerrin ilâhının başka ve hayrın ilâhının başka olduğunu kabûl edelim. Oysa bu mümkün değildir. Çünkü hayır, şerden ayrı değildir. Mâdemki hayır ve şer iki şey değildir; bu halde iki halk edici imkânsızdır. Biz size böyle olduğuna mutlaka yakîn ya’nî kesin bilgi hâsıl edin diye ısrâr etmiyoruz; ondan daha kolayını söylüyoruz. Şöyle ki; mümkündür ki tasdîk edilip inkâr edilemeyen şeyler gibi olsun, diye sende bir zan peydâ olsun; sana böyle olduğuna yakîn hâsıl olmadı, ya böyle olmadığına nasıl yakîn geldi? Hak Teala Hazretleri buyurur: Ey kâfir “Elâ yezunnu ulâike ennehum meb’ûsûn / Li yevmin azîm” ya’nî “Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler” (Mutaffifîn, 83/4-5) Ya’nî bu bizim ettiğimiz vaadler, “sakın doğru olmasın” diye sana zan da mı hâsıl olmadı? Kâfirler böyle azarlanacaktır: “Sana zan gelmedi, niçin ihtiyâtlı olmadın ve bize tâlib olmadın?”