Dostların gönlünde sızı vardır ki, hiçbir ilaç ile iyi olmaz; ancak dostun cemâliyle şifâ bulur. Çünkü “Dosta kavuşmak hastanın şifâsıdır” denilmiştir. Bunun hükmü bir dereceye kadar geçerlidir ki, eğer bir münâfık mü’minlerin arasında otursa, onların te’sirinden o münâfık bir an mü’min olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ” (Bakara, 2/14) Ya’nî “Mü’minlere kavuştuklarında, bizler de, sizler gibi mü’minleriz derler.” Şimdi mü’min, mü’min ile oturursa, nasıl olur? Münâfığa bu te’siri gösterince, mü’mine ne menfaatler edeceğine dikkât et! Bak ki yün bir akıllıya yakınlığından dolayı böyle desenli bir kilim; ve bu toprak akıllıya yakınlığı sebebiyle böyle güzel konak olmuştur. Akıllının sohbeti mâdenlere böyle te’sir etti. Gör ki mü’minin sohbeti, mü’mine ne te’sir gösterir. Cüz’i nefsin ve kısa aklın sohbetinden mâdenler bu mertebeye ulaştılar ve bunun hepsi, cüz’i aklın gölgesidir. Şahsı gölgesinden kıyâs etmek mümkündür.
Şimdi buradan kıyâs et ki, bu göklerin ve ayın ve güneşin ve yer tabakasının peydâ olması için ne akıl ne hüner lâzımdır. Bu bütün mevcûdlar küllî aklın gölgesidir. Küllî aklın gölgesi, kendisine uygun olan mevcûdlardır. Hakk’ın evliyâsı bu göklerden başka gökler müşâhede etmişlerdir ki, bu gökler onların gözlerine gelmez ve hakîr görünür. Ayaklarını bu göklerin üzerine koyup geçmişlerdir. Beyit: Tercüme:
“Can vilâyetinde gökler vardır ki, o gökler bu cihânın göklerine iş emreder ve hükmeder.”
Hayrete değer bir şeydir ki, insanların içinde bir insan ayağını Zühal yıldızına koyacak kadar bir husûsiyyet kazanır. Biz toprak cinsi değiliz, Hak Teâlâ bizde bir kuvvet barındırmıştır ki, biz o kuvvet ile kendi cinsimizden üstün olduk ve biz onun tasarruf edicisi bulunduk; ve bizim onda her istediğimiz şekilde tasarruf etmemiz için o bizim tasarruf edicimiz oldu. Onu ba’zen üste koyarız, ba’zen sarayın alt katı yaparız; ve ba’zen kâse ve testi yaparız; ve gâh uzaltır, gâh kısaltırız. Biz her ne kadar önceleri toprak idiysek de, Hak Teâlâ bizi cinsimiz arasında böylece üstün kıldı. Eğer Hak Teâlâ bâzı kimseleri üstün kılıp, bizi ona oranla mâden hükmünde tutarak, o bizde tasarruf etse ve biz ondan habersiz ve o bizden haberdâr olsa, acâîb olur mu? Habersiz demekten amacım, salt habersizlik değildir. Belki bir şeye olan her bir vâkıf oluş, diğer bir şeyden habersizliktir.
Toprak dahî, mâdenliği berâber, Hak Teâlâ’nın kendisine lütfettiği şeyden haberdârdır. Çünkü eğer habersiz olsa, suyu kabûl eder mi? Ve her bir taneyi su vâsıtasıyla beslermiydi? Ne zamanki bir kimse bir işe gayret eder ve o kâra sarılır, onun o işteki uyanıklığı, o işin dışındakilerden habersizliktir. Bizim murâdımız bu küllî gaflet değildir.
Bir kediyi tutmak istiyorlardı, hiç mümkün olmadı. Bir gün o kedi bir kuş tutmakla meşgûl idi ve tamamiyle kendini o maksada vermiş idi; onu bu hâl içinde iken tuttular. Şimdi dünyâ kârına külliyyen meşgûl olmamalı; zarûri olan kadar tutup, onun kaydında olmamalı ve bağlanmamalıdır. Olmaya ki tasarruf sâhibi veliyi incitmiş olasın. Hazîneyi, zarara uğramış hazîne etmemelidir. Eğer seni bu dünyâ ehli incitirse, evliyâ zarârı defeder; fakat evliyâ incinirse, Allah’a sığınırız o zarârı kim defeder? Eğer senin her bir çeşitten birtakım malın olsa, gark zamânında elini nereye atarsın? Gerçekten her şey lâzımdır; fakat pek nefîsi olan bir şeye el atmak daha akla yakındır. Çünkü bir cevher ve bir parça la’l ile binlerce ziynet eşyâsı yapmak mümkün olur. Ağaçtan tatlı bir meyve peydâ olur; her ne kadar o meyve ağacın bir parçası ise de, Hak Teâlâ o parçayı bütünden üstün edip, ona o ağacın geri kalan parçalarına vermediği bir tatlılığı vermiştir. O tatlılık vâsıtasıyla o parça, o bütün üzerine üstünlük kazandı; ve öz sayılan ve istenen ise, ağaç oldu. Nitekim şu âyet-i kerîmede işaret buyrulmuştur: “Bel acibû en câehüm munzirun minhum” (Kâf, 50/2) Ya’nî “Belki inkâr edenler kendi cinslerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar.”
Bir kimse: “Benim bir hâlim vardır ki, Muhammed (s.a.v.) ve yakın melekler sığmaz” dedi.
Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr buyurdular ki:
Acaba kula Muhammed (s.a.v.)in sığmayacağı bir hâl olur mu? Muhammed (s.a.v.)in, senin gibi koltuğu kokmuşa sığmayacak bir hâli yok mudur? Bir maskara, pâdişâhın mizâcını tabîi hâline getirmek istedi. Emirlerden her birisi ona bir şey vaad ettiler. Çünkü pâdişâh pek fazla incinmiş olup, bir ırmak kenarında gazablı halde gezinir ve hiçbir şekilde maskaraya dikkat etmez idi; ancak suya bakardı. Maskara âciz kalıp dedi: Ey âlemin şâhı, su içinde ne görüyorsun ki, bu kadar bakıyorsun? Pâdişâh cevap verdi: “Pezevengin birini görüyorum.” Maskara: “Bu kulun da kör değildir” dedi.
Şimdi… Mâdemki senin Muhammed (a.s.v.)in sığamayacağı bir vaktin oluyor, acaba Muhammed (a.s.v.) ın o hâli olmaz mı ki, senin gibi bir koltuğu kokmuşa sığmasın? Sonuçta senin bulduğun bu kadar hâl, onun bereket ve te’sirindendir. Çünkü bütün lütufları ilk önce ona dökerler; daha sonra ondan diğerlerine bahşolunur. İlâhî âdet böyledir. Hak Teâlâ “Ey Nebî, Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun” Ya’nî “Bütün senâyı senin üzerine döktüm” buyurdu. Ve Hz. Muhammed (a.s.v.) Efendimiz “Allah Teâlâ’nın sâlih olan kulları üzerine de olsun” dedi.
Hak yolu pek tehlikeli ve kapalı ve kar ile örtülü idi. İlk başta fedâiliği o yaptı ve atını sürdü ve yolu yardı. Her kim bu yola giderse, onun hidâyet ve inâyetindendir. Çünkü yolu o gösterdi ve her bir mahalle bir nişân koyup sütunlar dikti ve bu tarafa gidiniz, o tarafa gitmeyiniz; ve eğer o tarafa giderseniz helâk olursunuz, dedi. Nitekim Âd ve Semûd kavmi eğer bu tarafa gideydiler, mü’minler gibi kurtuluşa ererlerdi. Bütün Kur’ân-ı Mecîd, bunu beyân buyurur. “Fîhi âyâtün beyyinâtün” (Âli İmrân, 3/97) Ya’nî “Orada apaçık alâmetler vardır.” Ya’nî, bu yolda nişânlar dikmişiz. Eğer bir kimse kast edip bu sütûnlardan bir sütûnu kırarsa, herkes “Sen bizim yolumuzu tahrîb ediyorsun ve bizim helâkimize çalışıyorsun; galiba sen yol kesicisin” diye ona kast ederler.
Şimdi… Rehber Muhammed (a.s.v.)dır. İlk önce Muhammed (a.s.)ın nezdine gelmedikçe, bizim nezdimize erişilmez. Nitekim bir mahalle gitmek istediğin zaman, ilk önce rehberliği akıl edip der ki: “Filân mahalle gitmek lâzımdır, uygun olan budur.” Daha sonra göz kılavuzluk eder. Ondan sonra bu mertebe üzere a’zâ harekete gelir. A’zânın gözden ve gözün akıldan haberi yoktur. Her ne kadar insan gâfildir, ancak ondan diğerleri gâfil değildirler.
Şimdi dünyâ kârına kuvvetle sarılmamalıdır; gevşek tutmalıdır. Olmaya ki, dünyâ işlerine kuvvetle sarılıp ve o işlere elinden gelen bütün gayreti gösterip, işin hakîkatinden gâfil olasın. Halkın rızâsını değil, Hakk’ın rızâsını aramalıdır. Çünkü halkın rızâsı ve muhabbeti ve şefkâti, halkta emânettir; Hak vermiştir. Eğer murâd etmezse, hiç cem’iyyet ve zevk vermez. Sebeplerin varlığı ile berâber, ekmek ve ni’met ve ni’metlenmeler, zahmet ve eziyet olur.
Şimdi sebeplerin tamamı, Hakk’ın kudret elinde bir kâlem gibidir. Hareket ettiren ve yazan Hak’dır. O istemedikçe kalem hareket etmez. Şimdi sen kaleme bakıp, “Bu kaleme bir el lâzımdır” dersin. Kalemi görüp, onu hatırlarsın. Fakat onlar dâima eli görüp, bu ele bir kalem de lâzımdır, derler. Belki elin güzelliğinin mütâlaasından dolayı kalemin mütâlaasına lüzûm görmezler; ve böyle bir el kalemsiz olmaz derler. Bir mahalde ki, kalemin seyir lezzeti sebebiyle, senin için elin seyir kaydı yoktur; o elin seyir lezzeti sebebiyle, onlar için nasıl kalemin seyir kaydı olur? Sen arpa ekmeğinde lezzet bulduğun yönden, buğday ekmeği hatırına bile gelmiyor. Hiç onlar, buğday ekmeği varken, arpa ekmeğini yâd ederler mi? Senin için yeryüzüne zevk bahşeden göklere meylin yoktur. Oysa zevk mahalli göklerdir; ve yeryüzü, hayatı göklerden alır. Gök ehli hiç yeryüzünü yâd ederler mi? Sen şimdi hoşlukları sebeplerden görme ve o ma’nâlar sebepler içinde emânettir; çünkü Dârr ya’nî Zarar Verici ve Nâfi’ ya’nî Fayda Verici Hak’dır. Mâdemki zarar ve fayda Hak’dandır; o halde niçin sebeplere yapışmış kalmışsın? “Sözün hayırlısı az olan ve yol gösterenidir.” Sözlerin a’lâsı, çok olan değil, kısa olandır. “Kul huvallâhu ehad” (İhlâs, 112/1) ya’nî “De ki: O, Allah’dır, bir tektir.” Bu söz, sûretâ kısadır; ancak uzun olan Bakara sûresine ifâde yönünden üstünlüğü vardır.
Nûh (a.s.), ümmetini bin sene da’vet etti, kırk kadar kimse îmân etti. Mustafâ (s.a.v.) hazretlerinin da’vet süresinin ne kadar olduğu meydandadır. Bu kadar memleketler îmân getirdi; ve bu kadar evliyâ ve velîler ondan ortaya çıktı. İ’tibâr çokluğa ve azlığa değildir; maksat ifâdedir. Ba’zılarına az bir sözün, çok sözden daha ifâde edici olması mümkün olur. Örneğin bir fırının ateşi, son derecesine geldiğinde, ondan faydalanmak mümkün olmaz ve yanına varılmaz. Oysa bu zayıf kandilden istifâde edersin. Bundan dolayı maksad faydadır. Ba’zılarına ise, sözü işitmek yerine görmek faydalı olur; ve bu görmek kâfi gelir ve onlara fayda verir; ve sözü işitmekten zarar hâsıl ederler.
Şeyhin biri Hindistan’dan Tebriz’de bir mübârek zâtı ziyârete kastetti; oraya ulaşınca, şeyhin zâviyesine geldi. “Geri dön, senin hakkında daha faydalı olan budur. Eğer bu kapıda şeyhi görürsen, sana ziyan verir” diye bir ses geldi. Kısa ve fayda veren bir söz, ona benzer ki, yanmış bir kandil veyâ mum, yanmamış bir kandili öpüp gitti; bu onun hakkında yeterli oldu ve o, maksâdına ulaştı. Peygamber o sûret değildir ve o, peygamberin sûretidir; ve peygamber o aşktır, o muhabbettir. O ise, dâima bâkîdir. Nitekim Sâlih (a.s.)ın dişi devesi, sûretâ dişi devedir; fakat o aşk ve muhabbetin habercisidir. O aşk ise ebedîdir.
Huzurdakilerden birisi dedi: “Minârede yalnız Hakk’ı zikretmiyorlar, Muhammed (s.a.v.)in mübârek ismini de zikrediyorlar.”
Hz. Pîr cevâben buyurdular:
Muhammed (a.s.v.)i senâ, Hakk’ı senâdır. Örneğin birisi, “Beni pâdişâha ulaştıran veyâ onun adını söyleyen kimseye, Allah uzun ömürler versin” der. Onun senâsı hakîkatte pâdişâhın senâsıdır. Peygamber, ben muhtâcım, bana bir şey veriniz; ya cübbeni veyâ malını bana ver demiyor. O, cübbeyi ve malı ne yapsın? Sana güneşin sıcaklığının ulaşması için elbiseni hafifletmek ister. “Ve akradûllâhe kardan hasenen” (Hadîd, 57/18) ya’nî “Mallarını sadaka vermekle Allah Teâlâ’ya güzel bir borç verdiler.” Senden yalnız cübbe ve mal istemiyor. Sana maldan başka ilim ve fikir ve bilgi ve bakış gibi birçok şeyler ihsân etmiştir. Ya’nî her an bakışını ve fikrini ve endîşeni ve aklını bana sarfet diyor. Sonuçta mal, bu âletlerle ele girer. Hem kuşlardan, hem de tuzaktan sadaka ister. Eğer güneşin karşısında üryân olabilirsen ne a’lâ; çünkü o güneş karartmaz, belki ağartır. Eğer üryân olmazsan, bâri giysilerini hafifleştir ki, güneşin zevkini göresin. Bir müddet ekşiliği huy ettin, bir kere de tatlılığı tecrübe et!