Altıncı Fasıl Mâdemki onun fenâsı mümkün değildir, bâri onun huzurunda sen fâni ol!

Bu söz, söze muhtaç olan ve söz ile idrâk eden kimse içindir. Velâkin sözsüz idrâk eden kimse için, söze ne hâcet vardır !

Nihâyet gökler ve yerler, idrâk eden kimse için hep sözdür. Ve onlar sözden doğmuşlardır ki “Kün feyekûn” yânî “Ol, hemen olur” bunun delîlidir. Şimdi hafif ses ile işiten kimsenin yanında, yüksek ses ile konuşmaya gerek var mıdır?

Arapça konuşan bir şâir, bir Türk pâdişâhının huzuruna geldi; kendisi farsça bilmezdi. Şâir pâdişâh için arapça ayrıntılı şatafatlı bir şiir yazmıştı. Pâdişâh tahtına oturmuş ve dîvân ehlinin hepsi emîrler ve vezirler sıralanarak hazır olmuşlar idi. Şâir ayağa kalkıp şiirini okumaya başladı. Pâdişâh beğenilecek bir yere gelince, tam yerinde başını sallar; ve şaşkınlık verecek bir yere geldiğinde, hayret hâli gösterir; ve tevâzû yerine gelince, iltifât eder idi.

Dîvân ehli hayrette kalıp: “Pâdişâh bir kelime bile arapça bilmez, mecliste uygun bir şekilde başını sallaması, ondan nasıl çıktı? Acabâ arapça biliyor da, bu kadar seneden beri bizden mi sakladı! Oysa ki eğer biz, arapça söylemiş olsak, vay bizim hâlimize!” dediler.

Padişahın hâs bir hizmetçisi vardı. Dîvân ehli bir araya gelip ona hediye olarak at ve katır ve mal verdiler ve bir o kadarını da vaad ettiler, ve dediler ki: “Bizi pâdişâhın arapça lisânı bilip bilmediği konusunda bilgilendir! Eğer arapça bilmiyor idiyse, uygun yerlerde başını sallaması nasıl oldu? Yoksa kerâmet ve ilhâm türünden mi idi?”

Hizmetçi sonunda bir gün fırsat buldu. Çünkü pâdişâh avda bir çok av avlamış ve şen şakrak olmuş idi. Hizmetçi bunun sebebini o sırada pâdişâhtan sordu. Pâdişâh güldü ve dedi: “Vallâhi ben arapça bilmem; velakin öyle başımı salladım, yâni onun şiirden amacının ne olduğunu anladığım için başımı salladım; ve bildiğiniz şekilde beğendim.”

Şimdi bundan anlaşıldı ki asıl, amaçlanandır. O şiir amaçlananın dalıdır. Muhakkaktır ki, eğer o amaçlanan olmasaydı, şiir söylenmemiş olurdu. Eğer amaçlanana bakılırsa ikilik kalmaz, ikilik dallardadır. Asıl ise birdir. Nitekim şeyhlerin yolu gerçi mahal ve söyleyiş ve hâller ve fiiller îtibarıyla sûrette çeşitlidir. Fakat amaçlanan yönünden bir şeydir; ve o da Hak talebinden ibârettir. Ve nitekim bu içinde bulunduğumuz konağa rüzgâr esip, bir halının köşesine dokunur; ve kilimlerde dalgalanma ve hareketler oluşturur; çer çöpü havaya kaldırır. Havuzun suyunu zerre zerre döndürür, ağaçları ve dalları ve yaprakları dans ettirir. Bütün bu birbirinden farklı çeşitli hâlleri gösterir. Velâkin amaçlanan, asıl ve hakîkat yönünden bir şeydir. Çünkü hepsinin hareketi bir rüzgârdandır.

Bu sırada huzurda olanlardan birisi “Biz kusurluyuz” demesi üzerine Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr aşağıdaki anlatıma başladılar:

Bu endîşede olan ve kendisine “Âh ben ne haldeyim ve niçin böyle yapıyorum!” diye kendi kendine kızan kimse için bu hâl, Hakk’ın muhabbetine ve yardımına mensûb kılmasına delîldir. Çünkü “Kızma devâm ettikçe dostluk da devâm eder” denilmiştir. Çünkü dostlara kızılır, yabancıya kızılmaz. Şimdi bu kızma dahî çeşitlidir. Üzerinde derdin te’siri ve ondan haberi olan kimse hakkında bu kızma, yardım ve muhabbet delîlidir.

Velâkin kızma, üzerinde te’sir gerçekleşmeyen kimse için muhabbet delîli değildir. Nitekim tozlarını çıkarmak için bir halıya sopa vururlar. Akıllar buna kızma demezler. Velâkin kendi oğlunu ve ahbâbını döversen, ona kızma derler; ve muhabbetin delîli böyle bir yerde gözükür. Mâdemki kendinde bir dert ve pişmanlık görüyorsun, bu Hakk’ın kızmasına ve muhabbetine delîldir.

Eğer din kardeşinde bir ayıp görürsen, o ayıp sendedir, oysa onda görüyorsun. Âlem ayna gibidir, kendinde işli olanı onda görürsün; çünkü “Mü’min mü’minin aynasıdır” buyrulmuştur. O ayıbı kendinden izâle et! Çünkü incindiğin şey sendedir. Bir fili su içmek için bir pınara getirdiler. Suyun içinde kendini görünce ürkttü. Oysa o, başkasından ürktüğünü zannetti; kendisinden ürktügünü bilmedi. Sende zulüm, kin, hased, hırs, merhametsizlik ve kibir gibi bütün kötülenmiş ahlâklar olduğu halde, bundan etkilenmiyorsun. Bunları bir başkasında görünce etkilenip, ondan ürkersin. Bundan dolayı bil ki, kendinden incinir ve ürkersin.

Bir adamın kendi noksanı ve çıbanı kendisine çirkin görünmez. Yaralı eliyle yemeğini yer ve parmağını yalar; ve aslâ onlardan mîdesi bulanmaz. Ammâ başkasında bir çıban veyâ biraz yara görse, o yemekten iğrenir ve hazmedemez. Kötülenmiş ahlâk da, noksanlıklara ve çıbanlara benzer. Bir adamın kendinde olunca, ondan rencîde olmaz. Fakat başkasında onlardan bir parçasını görse, incinir ve nefret eder. Sen ondan ürktüğün gibi, onun da senden ürkmesini ve incinmesini ma’zur tut; senin incinmen onun özrüdür. Çünkü senin rencîde olman onu görmedendir; ve o da öylece görür. Çünkü “Mü’min mü’minin aynasıdır” buyrulmuştur. “Kâfir kâfirin aynasıdır” denilmemiştir. Bu yüksek söz kâfirler için ayna yoktur demek değildir. Ancak kâfirin kendi aynasından haberi yoktur, demek olur.

Pâdişâhın biri çok gazablı bir şekilde, bir nehir kenarında oturmuş idi. Emîrler onun gazabından çekindiklerinden ve korktuklarından, hiçbir şekilde yüzü gülmüyordu. Onun bir maskarası olup, ona gayet yakın idi. Emîrler, ona mürâcaat edip: “Eğer pâdişâhı güldürürsen sana şunu veririz” dediler. Maskara pâdişâhın yanına gitti, her ne kadar uğraştı ise, pâdişâh ona bakmadı. Padişahı güldürmek için, gülünç hâller gösterdi. Fakat pâdişâh suya bakar ve başını kaldırmazdı. Maskara pâdişâha dedi: “Suyun içinde ne görüyorsun?” Pâdişâh: “Pezevengin birini görüyorum” dedi. Maskara cevap verdi: “Ey âlem pâdişâhı, bu köle dahî kör değildir, senin gördüğünü o da görüyor.”

O’nun, yâni Hakk’ın huzuruna “iki” ve “ene”, yâni “ben” tâbirleri sığmaz; sen “ene” dersin, o da “ene” der. Ya sen O’nun karşısında öl, yâhut O senin karşında ölsün. Fakat O’nun ölmesine ne hariçte ve ne de zihinde imkân yoktur. Çünkü “O, ölmeyen bir diridir.” O’nun o derece lütfu vardır ki, eğer mümkün olsa idi, senin için ölürdü. O zaman ikilik kalkardı. Şimdi mademki O’nun ölmesi mümkün değildir, sen öl, tâ ki O sana tecelli etsin ve ikilik kalksın.

Aynı cinsten iki kuşu beraberce bağlasan, iki kanat dörde dönüştüğü halde, uçamazlar; çünkü ikilik mevcûttur. Velâkin diri kuşa, bir ölmüş kuş bağlasan o uçar; zîrâ ikilik kalmamıştır. Güneşin o derece lütfu vardır ki yarasanın huzurunda ölür. Fakat onun ölmesine imkân olmayınca böyle söyler: “Ey yarasa, lütfum bütün cihâna ulaşmıştır. Senin hakkında dahî, ihsân etmek isterim. Senin ölmen mümkün olduğundan, huzurumda öl, tâ ki benim celâl nûrumdan nasîbi olan olasın ve yarasalıktan kurtulup yakın Kâf’ın ankâsı olasın.”

Hakk’ın kullarından bir kulun o derece kudreti olmuştur ki kendisini bir dostu için fedâ etmiştir. Hak’dan o dostunun kabûlünü niyâz etti.

Hak kabûl buyurmadı ve nidâ geldi ki: Ben onu istemiyorum.

Hakk’ın o kulu, ısrâr edip ricâdan vazgeçmedi ve: Ya Rabbî, bende bu niyâzı ortaya çıkaran sensin; o niyâz benden gitmiyor.” Nihâyet nidâ geldi ki: Eğer onun makbûl olmasını arzu edersen, başını fedâ et ve sen yok ol ve kalma ve âlemden git! “Yâ Rab râzı oldum” deyip öyle yaptı; ve başını o dostu için fedâ kıldı. Sonuçta o dostun işi hâsıl oldu. Bir günlük ömrü, evvelen ve âhiren bütün âlemin ömrüne muâdil olan hayatını fedâ edecek derecede bir kulda bir lütuf olunca, lütufları halkeden Hak Teâlâ Hazretlerinde böyle bir lütuf olmaz mı? Bu mümkün değilmidir?

Velâkin mademki onun fenâsı mümkün değildir, bâri onun huzurunda sen fâni ol!