Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Kavlühû Teâlâ: “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ” (Fetih, 48/1) ya’nî “Muhakkak Biz sana apaçık bir fetih ve zafer yolu açtık.” Bu mübârek sûrede Hak Teâlâ, Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’e olan ni’metlerini haber verdi.
Birinci haber budur ki: Çaldığın bir kapıyı açtım ve duâların indimde icâbet olunmuştur.
İkincisi “Li yagfire lekallâhu” (Fetih, 48/2) ya’nî “Allah’ın sana mağfiret etmesi için” gereğince mağfirettir. Mağfiret, muhabbet alâmetidir. Çünkü sen her kimi seversen, onun kabâhati sana kabâhat ve ayıbı, ayıb görünmez. İşte mağfiret sırrı budur.
Üçüncüsü “ve yutimme ni’metehu” (Fetih, 48/2) ya’nî “Ni’metini tamamlaması içindir” gerfeğince ni’metin tamamlanmasıdır. Ni’metin tamamlanması ise, onun husûsiyyetini beyândır. Çünkü bu âyet-i kerîme ba’zı ni’metlerin tamam olduğuna bir delildir. Bundan dolayı cenâb-ı Peygamber diğer ni’met verilenlerden daha hâs ve daha çok yol bulmuş ve hakîkatte Hakk’a ulaşmış ve daha fazla Hak ile kāim olmuş olur.
Dördüncüsü “Ve yansurekallâhu” (Fetih, 48/3) ya’nî “Allah’ın sana yardım etmesi içindir” âyet-i kerîmesi saltanat ve velâyete işâret eder. Acaba bu velâyet hangisidir? Her şeyi Hak’dan gören, bakış kuvvetidir. İbrâhîm (a.s.)ın ateşe ve Mûsâ (a.s.)’ın deryâya ayaklarını basmaları ve Süleyman (a.s.)ın güneşe ve Nûh (a.s.)ın tûfana hükmetmeleri ve Dâvûd (a.s.)in demiri hamur ve dağı nağme söyleyici yapması ve Îsâ (a.s.)ın hayvânî rûhlara hükmetmesi ve Muhammed (a.s.v.) Efendimiz’in gök tabakalarını mi’rac ile yırtıp geçmesi gibi. Bunun örnekleri sayısızdır. Bu bahsedilen zâtlar, ne zamanki her şeyi Hakk’ın me’mûru ve hizmetkârı bildiler ve Hakk’ın küllî emrini gördüler, hepsi onların ve onlar da Hakk’ın itaât edeni oldu.
Kavlühû Teâlâ: “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (Fetih, 48/2) ya’nî “Bu geçmiş ve gelecek günâhını Allah’ın mağfiret etmesi içindir.” İbn Atâ der ki: Muhammed Mustafâ (s.a.v.) mi’râcda Sidretü’l-müntehâ ağacına ulaştığı zaman, ki orası arşın üstüdür, onun makâmı, Hz. Cibrîl’in meskenidir; bu makâmdan da geçmek istedi. Arkadaşı olan Hz. Cibrîl adımını geri aldı. Hz. Fahr-i âlem Efendimiz buyurdular ki: “Ey kardeşim Cebrâil, bu heybetli mevzi’de beni yalnız mı bırakıyorsun?” Nidâ geldi ve Hak Teâlâ azarlayarak buyurdu ki: “Bu iki üç adımda, onunla mı ülfet peydâ ettin?” İşte bu “Li yagfire lekallâhu” (Fetih, 48/2) ya’nî “Allah’ın sana mağfiret etmesi için” âyetinde işâret buyrulan günahtan kasıt, bu günahtır. Ya’nî seni ülfetten ve gayrın ünsiyyetinden pâk ettik ve gayrıdan ganî kıldık, demektir.
İbn Atâ der ki: “Hak Teâlâ Zât-ı hazretine yalvarmaları ve ondan sonra onları affetmesi için, nebîleri ve evliyâyı günaha mübtelâ etti. Fakat nebîlerin Sultanı ve seçilmişliğin delîli Hz. Muhammedü’l-Mustafâ (s.a.v.)in günâh edip, yalvarma hâlini kapalı kıldı. Belki geçmiş ve geleceği affedip, o günahın ne olduğunu zikretmedi. Bundan maksat, diğer mertebelerin üstünde olan, muhabbet mertebesidir.” İbn Atâ der ki: Sana geçmiş günahları, ya’nî Âdem’in yanılgılarını, “ve mâ teahhare” ya’nî “Ve gelecek olan” ya’nî ümîtleri sende olan ümmetlerinin günahlarını bağışladık. Çünkü sen, onların rehberisin. Kasıt budur ki, geçmiş ve geleceğe mensûb olanların kavuşmaları ancak seninledir.
Ve derler ki: Peygamber (a.s.v.) Efendimiz’in istiğfârı ayıklık halinde, mest hâlindendi. Ve ba’zıları derler ki: Belki mestlik hâlinde, ayıklık hâlinden istiğfar etti. Ve ba’zıları: Her iki hâlde gark olmuş idi. Çünkü onun bakışı Hakk’a idi; ve mestlik ve ayıklık ise, renkten renge giren hizmetkârlara mahsûstur. O hazrete göre ne mestlik ve ne de ayıklık vardır. Şimdi mâdemki Hakk’a bakıcı idi, her iki hâlden de istiğfâr edici idi. Çünkü bu mestlik ve ayıklık, iki renktir. O ise rengin eserinden mahvolduğu zaman, her ikisinden de istiğfâr edip, İlâhî kabzada bulunur idi derler. Ve levha ve kalem onu şerh edemez; meğer ki Hudâ sıfatı olan o levha olsun. Onun ismiş levhadır; ancak hakîkatte sonsuz bir sıfattır. Felek çarkının altında, halkın gözlerinin iki görmesi çoktur; meğer ki Hakk’ın inâyeti yetişsin. Ve her bir güçlük ind-i İlâhî’de kolaydır. Bu gördüğümüz şeyleri, eğer bize çocukluk zamanımızda söyleseydiler, anlatmak mümkün olmazdı.
“Ben Allah Teâlâ’nın hakkımdaki kısmetine râzı oldum ve işimi Hâlık’ıma ısmarladım.” Allah Zü’l-Celâl Hazretleri, geçmişi güzel yaptığı gibi, geleceği de güzel yapar. Pâk eserlerinden gösterdiği bu kadar binlerce şeylerin şükrünü edâ edelim, çünkü artış sebebidir inşâallahu Teâlâ. “Ve yutimme ni’metehu aleyke” (Fetih, 48/2) ya’nî “Senin üzerindeki ni’metini tamamlaması için.” Ni’metin tamâmı, muhabbet mülküdür. Ni’metin başı, muhabbet talebinin uygun olmasıdır. Muhabbet eden idin, muhabbet edilen oldun; resûllerin tabîsi idin, tâbî olunan oldun. Muhtâc idin, mi’râca gittin; ve aktan karadan kurtulup, akın ve karanın sultânı oldun. Zikredici idin; mihrablarda, minârelerde ve sikkeler üzerinde zikredilen oldun.
Kavlühû Teâlâ “ve yehdiyeke sırâtan mustekîmâ” (Fetih, 48/2) ya’nî “Seni bu sâyede doğru yola iletmesi içindir.” Ya’nî Hakk’a ulaştıran yol.
“Ve yansurekallâhu nasran” (Fetih, 48/3) ya’nî “Ve Allah’ın sana çok yardım etmesi içindir” hem cin şeytanların vesveseleri üzerine ve hem de kâfirlerden ibâret olan insan şeytanların üzerine yardım edilmiş oldun.
“Azîzâ” (Fetih, 48/3) Öyle bir yardım edilmiş oldun ki, devlet zevâli korkusu yoktur.
“Huvellezî enzeles sekînete” (Fetih, 48/4) ya’nî “Sekîneti, ma’nevi kuvveti indiren O’dur.” “Sekine”, basîretten ortaya çıkan hâldir; ve sekîne sâhibi sebeplerden mâlik olmadığı şeyi, i’timâd kuvveti sebebiyle mevcûd bilir. Ba’zıları “sekîne” odur ki, eşyânın zâhirini nasıl farkederse, bâtınını da öylece farketmektir, derler.
“Li yezdâdû îmânen” (Fetih, 48/4) ya’nî “Îmanlarını arttırsınlar diye.” Onların gönülllerinde îmân nûru yeni ay gibi günden güne artar.
“Ve lillâhi cünûdüs semâvâti vel ard” (Fetih, 48/4) ya’nî “Göklerin ve yerin bütün orduları Allah’ındır.” Göklerin askerleri meleklerdir ve yerinki de nefsin gâzîleri ve mücâhidleridir. Ba’zıları göklerin askerleri gönüllerdir, yerinki de kalıplardır, derler. Ba’zıları da şeytan dahî onun askeridir, sana ve buna gâlib gelmek isterler, derler.
“İnnâ erselnâke şâhiden” (Fetih, 48/8) ya’nî “Biz seni şeksiz şüphesiz bir şâhid olarak gönderdik.” Söz, fiil ve hâl ile tevhîde şâhidler.
“Ve mübeşşiren” (Fetih, 48/8) ya’nî “Bir müjdeleyici olarak gönderdik.” Ya’nî, mağfiret,
“Ve nezîrâ” (Fetih, 48/8) ya’nî “Bir korkutucu olarak gönderdik.” Sonradan çıkarılan âdetlerden ve dalâletten korkutur ve nefsin hevâsı ile değil, Hakk’ın izni ile müjdeleyici ve korkutucudur.
“Li tu’minû billâhi” (Fetih, 48/9) ya’nî “Ki hepiniz ey insanlar Allah’a îmân edesiniz.” Doğru söyleyeni, doğru söyleyici bilmeleri için,
“Ve tuazzirûhu” (Fetih, 48/9) ya’ni “O’nu büyük tanıyasınız” benim ikrâm edip, muhterem tuttuğumu, siz de hem gönül ve hem hizmet ve hem de lisân ile muhterem tutup, ona itâati tabîi bir vasıf edininiz.
“İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh” (Fetih, 48/10) ya’nî “Sana hakîkî sûrette bîat edenler, ancak Allah’a bîat etmiş olurlar.” Sana ahid elini uzatanlar, o ahid elini Hakk’a uzattılar. Ya’nî beşeriyyet sende emânettir. Vâsıta olan bir emâneti vâsıtasız görmek lâzımdır.
“Yedullâhi fevka eydîhim” (Fetih, 48/10) ya’nî “Allah’ın eli, onların elleri üstündedir.” Bîat etmede onların minneti Hudâ’yadır; yoksa onlara Hudâ’nın minneti yoktur. Ba’zıları derler: Ya’nî onların bîatı ve kuvveti, Hakk’ın kuvveti üzerinedir. Eğer onları istihdâm etmeseydi, hizmet etmezlerdi.
“Kudret ve kuvvet yoktur.” “Şâyet mü’min erler olmasaydı.” Süheyl (r.a.) demiştir ki: Hakkıyla mü’min olan o kimsedir ki, nefsinden ve gönlünden gâfil değildir; ve kendi hallerini araştırıp, filân zaman ne yaptım ve nasıl oldum? der; ve değişim gördüğü zaman, yalvarmaya başlar; ve yeryüzüne belâ inerek, ay ve güneş tutulduğunda ve deprem ve şiddetli yağmur ve savaş ve vebâ vesâire olduğunda, yeryüzü ehli bunların, kendi günahları sebebiyle olduğunu yakînen bilip, nasıl yalvarırlarsa, mü’min de bu yakînin kaybolduğunu ve göz yaşının kuruduğunu ve gönül vebâsını gördüğü zaman, vakitlerinin öldüğünü bilip, öylece yalvarır ve ağlayıp sızlar. Belki o dünyânın belâları Hak’tan ayrılık nişânı değildir. Oysa gönülde bu değişim ve belâlar, Hak’tan ayrılık nişânıdır. Şimdi o noksanda fazlalık görür. Nitekim diğer kimseler, dünyâ noksânından korkarlar; o ise dünyanın fazlalığından korkar ve gönül biraz değişiminden ve tâattan nefretinden ve tâati faydasız görmekten korkar. Çünkü az çoğu öldürür.
“İz cealellezîne keferû fî kulûbihimül hamiyyete” (Fetih, 48/26) ya’nî “O küfredenler kalblerine o taassubu yerleştirdiği sırada.” Ya’nî, mü’minleri îmânlarından dolayı, incitmek husûsunda nefse tâbî olurlar ve bizim yaşantımızı sıkıntıya sokuyorlar ve bize neticeyi ihtâr ediyorlar. Oysa o mü’minler bilirler ki, kendileri yaşantıyı sıkıntıya sokmazlar; belki bu yaşantıyı, sürekli ve dâim bir yaşantıya bitiştirmek isterler. Nitekim bir şahıs, câhil bir kimsenin buğdayını zorla alıp, zâhiresi kesilmesin diye, onun hesâbına olarak eker. O kimse ise, buna zulümdür diye feryâd eder. Demirden ma’mûl bir yüzük üzerine pâdişâhın ismi nakşolunmuştu. O yüzük nakşı olmayan bir altın yüzüğe dedi:
-Senin böyle nakışların var mıdır?
Altın: Hayır. Demir: Şu halde ben senden daha üstünüm. Altın: Adın nedir? Demir: Demirdir. Altın: O nakış seni demirlikten kurtarır mı? Demir: Hayır. Altın: Öyleyse otur oturduğun yerde. Bir düşün bakalım, nakit oluş kime mahsûstur ve kimin “ayn”ıdır. Vallâhu a’lem.