Mübârek hayırlarınızın pek yaygın olarak konuşulduğu bilinmektedir; ve güneş gizli değildir. Bu sıfatın mahzeni ve bu cevherin menbaı ve bu faydası etrâfa saçılmış meyvelerin ağacı olan böyle bir zât için an be an iştiyâk artar. Biz ise, o ağacın gölgesinde oturup meyvelerini görmekle yetinmeyiz. Şükürler olsun sonra yine şükürler olsun sonra yine şükürler olsun. Yâ Rab, ziyâdeleştir, eksiltme!
Fakat bu ebedî ve ezelî çok büyük talih sahiplerinin hâli başkadır. Bir kimse onlardan hayırlı bir karşılık görüp arkadaş olabilir ve ünsiyyet edebilir. O çok büyük talih sâhibi ise, onların lisânları söylemeksizin efsânelerini işitir ve onların bâtınlarındaki derin ve ince ma’nâlar harfsiz olarak o talih sâhibinin can kulağına ulaşır. Çünkü onsekiz bin âlemin pâdişâhının bu hâs hizmetkârlar ile ilk oynadığı oyun ve el öpmek âdetinin yerine getirilmesinden önce “Allah’ı ârif olanın dili söylemez olur” düsturunca, onları dilsiz kılması idi. Bu ise acâîb değildir. Çünkü âlemin âdeti budur. Çünkü ma’nânın kuvvetlendiği her yerde sûret zayıf olur. Ceviz ve fındık, kabuğunun içinde bulundukça jağ jağ eder. Yarım kırıldığında sesin yarısı eksilir; ve tamamıyla kırıldığı zaman aslâ sesi çıkmaz; ve nihâyet sâfî iç olur. Kabuk, için bekçisi olduğundan sert ve katıdır. Zîrâ sabah yaklaşınca korku azalır ve bekçiler evlerine giderler. Ve onlar bu ifâde ile hiç söz söylemezler, demeyi kastetmiyorum; ancak nefislerinde söylemezler; ve yalnız müşkillerin cevâbını verirler ve indlerinde hallolunmuş olan şeyi hallederler; ve başka şeyden dem vurmazlar. Örneğin bir baba, sözü, küçük çocuğa göre söyler. Ve tabîki eşinin gam ve sevincini aklı başında olmayan çocuğa söylemez. Çocuğa ancak, çelik çomak ve top ve alaca kuşcağız ve ceviz ve kuru üzümden bahseder. Ve “dû dû” ve “gû gû” gibi sözler söyler. İşte çocukların müjdesi ve korkutması bundan ibâret olabilir.
Bu onsekiz bin âlem içinde bu sınıftan daha garîb hiçbir kimse yoktur; ve Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’in garibliği, bu gariblikten idi ve aynı şekilde onun yetimliği bu tür yetimlikten idi; Abdülmuttalib’in vefâtıyla değildi; ve Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle garîb olmadı, belki onun garîbliği hemşehri ve aynı dili konuşanı bulmaması idi. Şimdi o garîblerin hiç birisi hakkında garîbi okşayıcılığı istememek lâzımdır. Belki onların, bütün âlemin gariblerinin üstünde bir nâz mahalli olup “Biz ulvî âlemin garîbiyiz; siz ise âleme mensûbsunuz” derler. Eğer Farsça söyleseler Farsça söyleyenler anlamaz; ve eğer Arap evlâdı olup, Arapça konuşsalar, diğer Araplar anlamaz. Yalnız vehmedici kuvvette tasavvur edilmiş olan ma’nânın zâhirini anlatırlar; fakat maksatları anlaşılmaz. Çünkü ma’nâyı anlamak başka, maksâdı anlamak başkadır. Nitekim bir Arap şairi bir Türk pâdişâhının huzûruna onun medhi hakkında bir şiir getirdi; ve tahtın önünde okumak işin izin istedi; izin verildi. Pâdişâh beytin beğenilecek her bir yerinde başını sallardı. Vezirler ve dîvân sâhipleri “Bu pâdişâh Arapça bilirmiymiş? Bu kadar zamandan beri bizi haberdâr etmedi. Acaba pâdişâh bu lisânı biliyor mu? Ve bu bir diğerimizle dîvânda Arapça konuştuğumuz zaman, uygunsuz sözler söylemiş olup olmadığımızı imtihan mı etmiştir?” diye şüpheye düştüler. Nihâyet bir gün pâdişâh av avlamış, pek sevinmişti. Fırsat buldular. Çünkü kâinâtın efendisi ve yerlerin ve göklerin ışığı Efendimiz “Merhamet zamanında duâyı ganîmet biliniz” hadîs-i şerîfinde yalvarma zamanından nişân vermiştir. Devletin emîrlerinden cür’etkâr olan ve pâdişâhın teveccüh gösterdiği birisi öne geçip dedi: “Ey âlem pâdişâhı bizim bir müşkilimiz vardır.”
Pâdişâh: Söyle!
Vezîr: Âlemin şâhı Arapça bilir mi?
Pâdişâh: Hayır.
Vezîr: O halde o gün o şâirin şâhâne dîvânlarında beyân ettiği garîb ve zor olan o Arapça kelimelerin ma’nasını size hile ile mi bildirdiler? Çünkü siz her bir şah beytin bitişinde “İyi söylemişsin!” diye beğeniyle başınızı sallardınız.
Pâdişâh o kadar güldü ki, gülmenin galebesinden, arkası üstüne yıkıldı. Pâdişâh kahkahadan kurtulunca dedi: Siz bilmez misiniz ki ma’nâ ve sözü tercüme etmek başka bir şeydir ve maksat ise yine başka bir şeydir. Örneğin bir hizmetkâr huzûrumuzda bir kabâhat işler; biz o kabâhati açığa çıkarmak istemeyiz. Onu başka bir kabâhatinden dolayı insanların gözü önünde azarlarız ve böyle yaptın diye terbiye ederiz. Oysa bizim maksâdımız lisânen söylediğimiz ve halkın anladığı bu kabâhat değildir. Maksâdımızı bir biz biliriz, bir de o hizmetkârımız bilir. Şimdi birisi ni’metlenmek ümîdiyle bir hizmet ettiği zaman, bu hizmetin herkesin kulağına ulaşmasını istemeyiz. Söz ve sözün ma’nâsının maksâdımıza perde olması için, örneğin bir hizmetkârımızı gizli bir hizmet ile gönderir ve görünüşte ona başka emirler veririz. Şimdi… O şâirin şiiri, diğer melikler ve sultanlar üzerine üstün etmek ve meleğe ve feleğe benzetmek sûretleriyle, bizim ta’zîm ve hürmetimize dâir olan bir şeydir; fakat o şâirin maksâdı, hil’at ve giyim-kuşam ve maâş ve yakınlıktır. İşte ben o maksâdı anladım ve kabûl ettim. Sana da verelim, gönlünü hoş tut, diye başımı salladım.
Şimdi… Büyük şeyhin semâ’ sırasında mutrıbe “Geç geldin, erken gittin” demesi meşhurdur. Çünku geç gelip, erken gitmek gülün hâlidir. Bu söz üzerine huzûrda bulunanlardan üç kişi na’ra vurup düştüler. O sırada birisi dedi ki: “Bu söz üç kimsenin haline uygun idi.” Şeyh buyurdu: Evet ama, onların arasında çok büyük fark vardır. O kimse “Ey şeyh, beyân buyurunuz” dedi. Şeyh cevâben: “Onların kendi lisânlarıyla söylemesi daha iyidir” dedi. Gelip söylediler. Hikâye uzundur; özeti budur ki: “Birisi senelerce bir kadını ta’kîb ediyordu. Diğeri de Hak Teâlâ’nın kendisine bir oğul ihsân etmesi arzûsunda idi. İkisi de birkaç sene sonra emellerine ulaştılar. Fakat kadın ve çocuk bir haftadan fazla yaşamamış idiler. Üçüncüsünün bir hâli ve aşkı var idi; ancak ne oğula, ne de kadına alâkası yoktu. Belki alâkası oğulun ve kadının Hâlık’ına idi.
Kur’ân’ı çok tefsir etmişlerdir. Ancak az kimseler, Kur’ân’ın maksâdını tefsir etmişlerdir.
“Ellezîne âmenu” ya’nî “İmân edenler”i herkes “îmân” ile tefsir etmiştir. Oysa Cenâb-ı Mustafâ (s.a.v.) in îmânı ve onun maksâdı gizlidir.
“Ve âmilus sâlihâti” ya’nî “İyi amel ve harekette bulunanlar”ı herkes kendi ameliyle tefsir etmiştir; Peygamber’in amelini tefsîr hani?
“Fe lehüm ecruhüm” ya’nî “Onların Rab’leri katında ecirleri, mükâfatları vardır.” Herkes kendi vehminde tasavvur edilmiş olan ecri tefsir etmiştir; Mustafâvi ecrin maksâdı nerede? Bütun âlem şiirler okurlar; “can” ve “dost” derler ve âşıklardır. Ancak her bir âşığın şerefi, aşık olduğunun şerefi kadar olur.
Tercüme: “İnsan kısmı, türlü türlü âşıktırlar. Onların en şereflisi, ma’şûku kendisine en çok zorluk verendir.”
Sivrisinekten file varıncaya kadar, her birisinin bir istediği ve âşık olduğu vardır. Pislik köpeğin ve yırtıcının isteği ve gıdâsıdır. Nebilerin ve evliyânın şerefi, şeref için istenilendir. Aşksız hayat mümkün değildir. Nitekim İslâm’ın Sadr’ı buyurdu ki: “Her kim ben âşık değilim ve bir şeyi sevmem derse; kalkıp onun burnunu kesiniz ve gözünü çıkarınız; eğer bağırırsa, deyiniz ki: Bizim ma’şûkdan murâdımız, ayrılığı, feryâda sebep olan şeydir.” İşte anbardan bir avuç ve kitaptan bir yaprak kâfîdir. Gerisi bu kıyâs üzeredir.
“Le in şekertüm le ezîdennekum” (İbrâhîm, 14/7) ya’nî “Şükrederseniz elbette ni’metinizi arttırırım.” Ya’nî “Eğer sizde iştah görürsek, arttırırız.” Çünkü bu ni’metin şükrü, iştahtan başka bir şey değildir. O hizmet, iştah göstermektir; yoksa iştahın gayrı değildir. İştah kuvveti olmaksızın ni’metin artması usanç verir. Her şeyi saf nakit görmek lâzımdır. Nihâyet ben miskin, herkesten hâricim, kimseden ödünç kabûl etmemişimdir; gönlümün söyle dediğini söylemişimdir.
Hak (celle celâluhû) Hazretleri mutlaklık üzere söz söyleyicidir ve ezelden ebede kadar, hiç kesilmeksizin harfsiz ve sessiz söz söyleyicidir. Onun her bir nebî ve velî ile sözü vardır; ve hepsinin sözü birdir, ya’nî onda aykırılık yoktur. Nitekim eğer biri Türk, biri Tâcik olsalar bile, her iki şâhidin sözü birdir, derler. Eğer Kur’ân yalnız bu harflerden ibâret olsaydı, denizlerin mürekkeb ve ağaçların kalem olmasına gerek olmazdı; bu Kur’ân’ın harfleri yarım okka mürekkeb ile yazılabilir; ve Kur’âni harflerin başı ve sonu vardır. Oysa Hudâ sözünün sonu yoktur. Nitekim buyrulur: “mâ nefidet kelimâtullâh” (Lokman, 31/27) ya’nî “Allah’ın kelimeleri tükenmez.” Ve “Ve mâ yentıku anil hevâ / İn hüve illâ vahyun yûhâ” (Necm, 53/3,4) ya’nî “Kendi hevâsından söylemez o. O, kendisine Allah tarafından vahyolunan bir vahiyden başka bir şey değildir.” Beyit: Nazmen tercüme:
“Bârî’nin sözünü işit Bârî’den
Perdedir geç okuyucunun nağmelerinden”
Şimdi eğer evliyânın sözü, Hakk’ın sözü olmasa idi, “Onun lisânı olurum” bâtıl olurdu. Çünkü eğer lisândan kasıt, Kur’ân’ın nakli olsaydı, Kur’ân’ın harfini mü’min de ve münâfık da naklettiklerinden, o halde “Bir kulu severim” hitâbına ne gerek vardı? Oysa “Hak, Ömer’in lisânı üzere konuşur” hadîs-i şerîfi Hz. Ömer’in harf üzere söz söylemesi hakkında geldi ise, o halde Hz. Ömer’e tahsîs sebebi nedir?
Bunda diğerleri de hep ortaktır. Ve eğer “Kalbinden hikmet pınarları kaynar” hadîs-i şerîfi, Kur’ân harflerini murâd etseydi, bunun için “Kırk sabah” ihlâsına gerek yoktu. Şimdi eğer bir kimse bu harflerde maksâdsız derin derin düşünürse, Kur’ân ehlinin ve havâssın, başkaları olduğunu ve Hak Teâlâ Hazretleri’nin âlemde onları seçip, kendi hitâbına mahal kıldığını ve onların Hakk’ın nûru ile görüp, lisânlarıyla söz söylediklerini bilir.
Nitekim Kur’ân-ı Mecîd’de buyrulur: “Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ” (Bakara, 2/269) Ya’nî “Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verirse, muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.” Hiç şüphesiz inâyet bakışı böyle bir âdemi arar. Nitekim buyrulmuştur: “Hakk’ın öyle kulları vardır ki, kullarına nazar ettikleri zaman, onlara saâdet elbisesi giydirirler.” Çünkü onların bakışları Hakk’ın bakışı ve inâyetleri Hakk’ın inâyeti, gazabları Hakk’ın gazabıdır. Gazab ve rızâ hallerinde onların söyledikleri söz, Hakk’ın sözüdür. Çünkü Hakk’ın sözü, ne arabîdir, ne fârisîdir, ne süryânî ve ne de diğer lisanlardır; harf ve sesten münezzehtir. Bir kulunun canını pâk kıldığı ve can çeşmesinden kaynatıp, o kulun lisânından fışkırttığı zaman, o coşkunun şiddetlerinden harfler akar. Mâdemki o söz, o coşkudan doğmuştur, süryânî olsun, arabî olsun, fârisî olsun, Rabb’l-âlemîn’in sözü olur; ve zamanın nakdi, Cenâb-ı Hudâ’nın kendisine söz söylediği şahıs olur. Ve eğer bir kimsenin o sözü ayırt edecek ve onun nakit olup nakil olmadığını zevk ile bilecek kadar ayırıcılığında kuvvet yoksa, o sözü Kur’ân harfleri ölçütüne vurmalıdır. Çünkü o sözü, Muhammed (a.s.v.) Efendimiz söylemiştir; ve âvâm ve hâvâs arasında meşhûr olmuştur. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur: “Size benden bir hadîs rivâyet olunduğu zaman, onu Kur’ân’a arz ediniz, uygun olursa kabûl ve muhalif bulunursa reddediniz!”
Pâdişâh o nebiyy-i zî-şâna altın hediye etmiştir. Diğer altınları, o meşhûr olan altın ile tatbîk et! Hak Teâlâ Hazretleri buyurur:
“Em tahsebu enne ekserehüm yesmeûne ev ya’kılûn, in hüm illâ kel en’âmi bel hüm edallu” (Furkân, 25/44) ya’nî “Yâ Habîbim! sen onların çoğunu, işitip akıl ederler zannedersin. Onlar hayvânlara benzerler, ve belki onlardan daha şaşkındırlar.”
Ve yine Hak Teâlâ buyurur:
“Ve in tutı’ eksere men fîl ardı yudıllûke an sebîlillâh” (En’âm, 6/116) ya’nî “Eğer sen, yeryüzünde olanların ekserine itaât edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”
Ve yine buyurur:
“Ve lev enne mâ fîl ardı min şeceretin aklâmun vel bahru yemuddühü min ba’dihî seb’atu ebhurin mâ nefidet kelimâtullâhi, innellâhe azîzun hakîm” (Lokman, 31/27) ya’nî “Eğer yeryüzünde olan bütün ağaçlardan kâlem olsa ve denizlerden sonra yedi deryâ da yardım edip mürekkep olsa, Allah Teâlâ’nın kelimelerinmi yazmak için yetmez. Onlar biter, Allah’ınm sözü bitmezdi. Allah Teâlâ işinde azîz, hükmünde hakîmdir.”
Ve Nebî (a.s.v.) Efendimiz buyurur: “Allah Teâlâ buyurur ki, ben bir kuluma muhabbet ettiğim zaman, onun kulağı ve gözü ve dili ve eli olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle söyler, benimle tutar.” Ve yine buyurur: “Hak, Ömer’in lisânı üzerinde söz söyledi.” Ve yine buyurur: “Mü’minin firâsetinden sakınınız; çünkü o, Allah’ın nûru ile bakar.” Beyit: Nazmen tercüme:
“Mahvetse seni sabâh-ı güftâr
Güftârın olur kelâm-ı Cebbâr”
İhvânınızdan birisi dünyâdan yüz çevirdiği zaman, kelâm sâhibi olur. Ona yakın olunuz. Çünkü o, ilâhî hikmetleri öğrenir. Çünkü evliyâullah ilâhi rahmete bürünmüş ve ilâhi nûru giyinmiştir. “Lâ tuharrik bihî lisâneke li ta’cele bihî. / İnne aleynâ cem’ahu ve kur’ânehu.” (Kıyâmet, 75/16-17) ya’nî “O sözün alınıp muhafâzası için acele edip, dilini hareket ettirme ki, o Kur’ân’ı kalbinde toplamak ve okunmasını dilinde tesbît etmek, bize âittir.” O makâmda her ne olursa olsun, Hakk’ın haber vermesiyle ve her ne mevcûd bulunursa, Hakk’ın varlığından olur. Orada her ne varsa, talan ve fenâya gitmiştir. Bu karanlığın içinde, acâîb bir susamış lâzımdır ki, Hızır suyunu ayırt edebilsin. Gerçi susuzluğun kemâli, ayırt ediciliği kalmayıp, kuyu suyu ve ırmak suyu, her ne gelirse içmektir. Özellikle çölleri geçmiş bir susuz! Lâkin kemâliyle susuz olmakla berâber, ayırt ediciliği kalmış olup, Hızır suyundan koku alan bir susuz, zulmete sığmaz. İşin aslında bu baht ve kıymettir; ayırt ediciliğin kârı değildir. Bu zâhîri baht olan ayırt edicilikten başka, bir ayırt edicilik bahtı bağışlar ki, diğer ayırt ediciliklere benzemez. Mesnevî: Tercüme:
“Gel ey susamış gâfil, Hızır suyunu evliyâullah’ın söylemesi ırmağından içelim.”
Beyt:Tercüme:
“Bir gün gelir ki bu söz, ben âb-ı hayâtım, seni da’vet ettim. Sen ise kendini sağır kıldın diye işitene karşı husûmet eder.”
Bununla berâber âb-ı hayat “Ben âb-ı hayâtım” diye sesi ve gürültüsüyle âlemi doldurdu. Bu susuzlar işitmiyorlar ve işitseler bile iddiâ ve mâcerâ ile o sesi def’ ediyorlar. Seslendikleri yeterlidir; fakat o sesi bastırıyorlar. Bu baht işidir. İskender’e vermediler; yalnız taleb ve aşkı tattırdılar. Artık karşı gelenlere ne verirler! Beyit:
Ya’nî “Taleb etmek bulmaktır. Âb-ı hayâtı içmeyi taleb etmek ebediyyen kanmaktır; bulduktan sonra”
“E lâ lehül halku vel emr” (A’râf,7/54) ya’nî “Bilin ki, halk etme ve emr O’na âittir.” Emre baş eğenler, halkın hallerinden dâima sıkıntı içinde olurlar; çünkü “Belânın en şiddetlisi nebîler üzerinedir” denilmiştir. Bundan dolayı nebîlerin yolunda giden ve onlara itaât eden kimselerin, onların şiddetlerinden payları vardır. Her ne kadar sıkıntı görünür, ammâ mübârek-baht olan me’mûrlar başka, mahlûklar başkadır. “Ene beşerun” (Kehf, 18/110) ya’nî “Ben ancak bir beşerim” buyrulması, din ehli, balçık ehlinden ayrıllsın diye imtihan içindi. Emre boyun eğenler, ya’nî ezelden boyun eğiciler ile halk edilmiş boyun eğiciler yâni amel ile boyun eğiciler arasında çok büyük bir fark vardır.
Onsekiz bin âlem iki kısımdan fazla değildir. Onun yarısı mutlak mâden ve yarısı rûh sâhibidir ve haberdârdır. Haberdârlık ise, ya nebî veyâ nebîden olanlar içindir. Nitekim buyrulur: “Her kim ki haberdârdır, minnî, yâni bendendir.” Gerisi mâdendir; halktır, emrden haberdârlıkları yoktur. Emri anlamadılar. Bu kadar filozofluk ile ve ince ilimler ile berâber “Sen bizim cinsimizsin, belki ilim ve akıl ile bizden noksansın. Biz ihtiyarız ve sen gençsin” diye ulü’l-emrden mu’cize taleb ettiler. Mâdemki halk idiler, mu’cizeyi de anlamadılar ve haberdâr olmadılar. Terimlerin hepsi ve oniki âlem ve onların bütün ilimleri mutlak mâdendir. Çünkü halk dairesinden hâric değildirler.
“E lâ lehül halku” (A’raf,7/54) ya’nî “Biliniz ki halk etmek O’na âittir.” Her ne kadar halk dahî Hakk’ındır; fakat emre oranla mâdendir. Alîm hakîmin emri, ledünninden emirdir; o da nebîlerin ilmidir; ve nebînin haberdâr oluşunun ilmi halkı haberdâr kılar. Şimdi ilmin haberdâr oluş ilmi olduğunu ve haberdâr oluşun dışında, her ne var ise mutlak mâden olduğunu gördün. Bundan dolayı her kim daha çok haberdâr ise, daha çok yakındır. Bu âlem halkının ve onların ilimlerinin ve amellerinin bir sınırı ve yönü ve etrâfı vardır. Ve böyle olan her şey, cisim ve mâden olur. Ammâ haberdârlığın ebedlerin ebedi sonu yoktur. Seyir ederken dün bulmuş olduğun her şey, bugün bulduğuna benzemez. Onun için “kulir rûhu min emri rabbî” (İsrâ’, 17/85) ya’nî “De ki: Rûh Rabb’imin emrindendir” buyrulmuştur.
Bir sınıf dediler ki: “Rûhun ne olduğunu, Peygamber dahî bilmedi ve dolaylı olarak bir şey söyledi.” Oysa nasıl oldu ise, cenâb-ı Peygamber böyle buyurdu. Ya’nî rûh emrdir, gerisi mâdendir, dedi. Fakat mâden olanlar bunu anlamadılar. Her ne kadar o mâdenin de anlayışı vardır; ammâ kendi mâdenliğine göredir. Karanın ve denizin tahammül edememesi “Biz halk edilmişiz, mâdeniz; emre tâkatımız yoktur” demeleri idi. Sonuçta o ma’nâdan doğmuş olan âdemoğlu elini göğsüne koyup, “O yük ki, benim cânımdır; ben yüklenirim” dedi. Söyle bakalım, bir kimse kendi canını nasıl yüklenir?
Bu onsekiz bin âlemden her ne görüp işitiyorsan, kıyâs ve tatbîk edelim, bakalım hangi tarafa vaki’ oluyor? Eğer Rûh-i Kudüs’ten bahis ve hikâye olunursa, onsuz o görüp işittiklerimizin haberdârlığını mâdenlikten sayarız; ve eğer bunlar kaldırılırsa, bu hâl, rûha ve Hakk’a olan âgâhlıktır. Bir şey daha vardır; şöyle ki, bizi her ne ki helâk ve fenâdan kurtarırsa, varsay ki mutlak zehir olsun, tiryâktır, panzehirdir. Mâdemki bu onsekiz bin karışıktır; bizim sûret ile işimiz yoktur. Ve her ne ki helâk icâbı olur ve zararlı olursa, varsay ki rûhu’l-ervâh olsun, salt zehirdir. Zehir ile panzehir birbirine karışmış ve halk ile emr, ma’cûn olduğu için, ayırt edicilik denilen şey konulmuştur. Rûh ile beden bölünmüş değildirler; ve ilacın hususiyyeti, ilacın sûretinden hariç değildir; ve sözün ma’nası, sözün sûretinden ve lafzından ayrı değildir. Yakınlık, uzaklık aynı içindedir. Bunlar pek ince işlerdir. Burada bakış için pek fazla dikkat lâzımdır. Halkın sûret ve ma’nâdan anladıkları şey, halk olur, mâden olur. Bu noksan anlayışlardan her ne ki kurtulursa, emr olur ve haberdârlığa mensûb bulunur. Şimdi anlayışın parlaklığını ne kadar fazla görürsen bil ki, seyrin o kadar mâdenlik tarafınadır. Görmez misin ki, her kimin tahsîli fazla ise, o kadar donuktur. İblis’in vasfı olan varlık ve benlik ile o kadar fazla doludur. Ve ne zamanki o duygularını erimiş, hayran ve mest ve iştiyâkli bir halde kalmış, bulasın, işte o hâl, haberdârlığın üstün gelişinden olur. Çünkü o yük çok ağır olunca, kuvvet zayıf olur. Eğer çok ağır bir yük altında fil bile olsa, bî-tâb ve miskin olur. Bundan dolayı her nerede fazla noksan vardır ve miskinlik ve fakirlik ve hayrette oluş fazladır; orada ma’mûrluk da fazla olur. Beyit: Tercüme:
“Ey ten, haberin varmı ki, sırtındaki kimdir? Feleğin üstüne ayaka koyucu ol! Çünkü senin yükün perîden ibârettir. Bir kimsenin hammâlı oldun ki, bütün ömründe, güneşin senin yüzüne bakmaya tâkatı yoktur.”
“Kim nefsine ârif olursa…” Benim nefsime kim ârif oldu? Emr, haberdârlık için istenilmiştir; yoksa helâkı kabûl edici olan mâdene ârif olunması için değil. “Küllü şey’in hâlikun” ya’nî “Her şey helâk olucudur” ile “illâ vechehu” (Kasas, 28/88) ya’nî “O’nun Zât’ından başka” hiçbir diğerine orantı kabûl eder mi? Ya’nî sonradan olmuş helâk olucu olan şeyin ârif olması ile kadîm olanın ârif olması arasında ne nisbet vardır? Ey göz, sende güneşten bir nûr vardır. Eğer o nûru tanırsan, güneşi tanırsın; yoksa helâk olucu ve halk ve mâden olan gözün yağından ibâret bulunan şebekesini ve karalığını ve aklığını tanımakla güneşe ârif olmazsın. Ey cüz’i nûr, sen asılda küllî olmuş idin. Bu donmuş yağı, senin ayağına ”ihbitû” (Bakara, 2/38) ya’nî “Hepiniz ininiz” emri bağlamıştır. Onun için cüz’i oldun ve sözün de “ene beşerun” (Fussilet, 41/6) ya’nî “Ben ancak bir beşerim” oldu. Bu yağın aynı içinde de eğer kendini görür ve tanır isen, bilirsin ki, sen cüz’î değilsin; yine olduğu gibi küllsün. Bu mâdenler içinde bir iş için mevcûd oldun. Vallâhu a’lem.
“Yevme tebyaddu vucûhün ve tesveddü vücûh” (Âl-i İmrân, 3/106) ya’nî “O günde ki nice yüzler bembeyaz olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek.” Kıyâmet alâmeti ak yüzlünün, kara yüzlüden fark edilmesidir. Bundan dolayı onun güneş yüzünün vücûduyla, kara yüzlü ve ak yüzlü açığa çıktığından, Peygamber’in vücûdu kıyâmettir; ve o aklık ve karalık nebîler ile hakîkî mü’minler nazarındadır. Evet, Peygamberin vücûdu, kıyâmettir; çünkü yarın kıyâmette her ne olacak ise, onlar bugün hepsini peşin olarak görürler. Onlar gaflet perdesini yırtmış olduklarından şüphesiz nazarlarından bir şey örtülü değildir. Şimdi o umûmî olan kıyâmete, onun için kıyâmet derler ki, kâfirlerin sığınağı ve makâmı olan dünyâ kalmayınca, şüphesiz onların gaflet perdeleri yırtılmış olur ve kendilerinin kara yüzlülüklerini apaçık görürler.
Kıyâmet ve Hudâvend-i Hudâ’nın acâiblikleri gâib değildir; göz önündedir ve şah damarından daha yakındır. Onun müşâhedesine mâni’ olan ancak gaflet perdesidir. Her kim gaflet perdesinin dışına çıkarsa, onun kıyâmeti peşin oldu. “Kim ölürse, onun kıyâmeti kopar.” Her kim beşeriyyet sıfatlarından ve kâfir nefsin tabîatından öldü ve yok oldu ise, onun kıyâmeti koptu ve zâhir oldu. Şimdi kıyâmet gaflet perdesinden ve kendisi oluşluktan dışarı çıkmaktır ve kemâli ile güneşin cemâlini müşâhede etmektir. Bundan dolayı Nebî (a.s.v.)ın vücûdu kıyâmettir. Her kim onun vücûduyla beraber kıyâmeti bekleyici olursa ve kıyâmeti onun gayrı bilirse, o kimse çift görücüdür, şaşıdır; biri iki görür; vahdetten uzaktır, bîgânedir. O kıyâmet dahî ancak bu cemâl ve sûret ve âşikârlık olacaktır; bunun gayrı olmayacaktır. Evvel ve âhir bir olur. Her bir sûretten ancak o bir sır zâhir olup yüz gösterir; ve sonuçta mahremi kendine çekip, bîgâneyi ihrac eder. Hak kıyâmete “Gün” lakabını verdi. Çünkü kırmızı ve sarı olan cemâli gösterir. Bundan dolayı “gün”ün hakîkati evliyânın sırrıdır. Gün onların güneşIerinin karşısında gölge gibidir. Şimdi nâ-mahremin, mahremden ve sahtenin nakitten ve tortunun saftan ayrılması için âlemin vücüdu coşku içindedir; ve sır gözüyle baktığın zaman, her birisinin kendi aslına katılması için bütün âlemin bu çaba ve coşku içinde olduğunu görürsün.
Tercüme: Temizler, temizlerin tarafına gelir, haberdâr ol! Pisler için pis olanlar vardır. Yakîn budur ki, acı acılara katılır. Ne zaman bâtıl söz ve kabâhatli amel Hakk ehline yakın olur? Sen cehennemin parçası olunca, aklını topla ki, parça kendi bütünü tarafında karar eder; ve eğer sen cennetin parçası isen ey nâmdâr, senin yaşantın cennetten pâyidâr olur.”
Allah ile senin aranda perde senin bakışındır. O kadar mücâhede et ki, perde yırtılsın, bütün mevcûtlar Allah olsun.
Tercüme: “Hak ile bizim aramızdaki yol nedir? Apaçık gözüken noksanımızdan başka bir şey değildir. Hak ile aramızdaki perde ve örtü hani? Ağır uykulu olan gözümüzden başka bir şey değildir.”