Yedinci Fasıl Eyvah, arş’ta ortaya çıkacağını görmüş olduğum İblîs, sakın bu olmasın,

Kaba biri gelip mecliste bir büyüğün üst tarafına oturdu. Hz.Pîr-i dest-gîr buyurdular ki:

Büyüklerin indinde yukarı ve aşağının ne farkı vardır! Onlar kandil gibidirler. Eğer kandil başa oturursa, kendisi için değildir; onun amacı, başkalarının menfaatidir. Onun yüzünden onlar haz bulurlar. Yoksa kandil, ister yukarıda, ister aşağıda her nerede olursa olsun yine kandildir. Her hâl üzere kandile ne mahal vardır. Çünkü güneş ebedî mevcûttur. Eğer onlar dünyânın yüksek makâmlarını taleb ederlerse, gâyeleri o değildir. Oysa halkta o bakış açısı olmadığından, onların kadirlerinin yüksekliğini göremezler.

O evliyânın ileri gelenleri, dünyâ ehlini dünyâ tuzağıyla avlayıp, o yüksek mânevi mertebelere başkalarını da ulaştırmak ve âhiret tuzağına düşürmek isterler. Nitekim Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz Mekke-i Mükerreme’yi ve diğer beldeleri muhtaç olduğu için değil, hepsine hayat bahşetmek ve aydınlık ve bînâlık ikram etmek için zabtetti. “Bu öyle bir eldir ki, vermeye alışmıştır; almaya alışamamıştır.” Onlar vermek için halkı aldatırlar. Yoksa onlardan bir şey almak için değil.

Meselâ bir kimse hîle ile kuşları tutup, yemek ve satmak için bir tuzak kurar. Buna “mekr” ve “hîle” derler. Fakat pâdişâhın birisi kendinin hakîkatinden haberi olmayan acemî ve kıymetsiz bir doğan kuşunu tutmak ve kolu üzerinde onu müşerref ve eğitimli ve terbiyeli kılmak için tuzak kurarsa, sûrette hîle olmakla beraber ona ma’nâda “mekr” demezler. Bunu sıdk ve lütûf bahşetmek ve ölüyü diriltmek ve taşı la’l etmek ve ölü menîyi insân kılmak ve bunlardan daha yüksek etmek bilirler. Eğer doğan kuşu kendisini niçin tuttuklarını bilse idi, tuzağa muhtac olmaz idi. Belki can ve dil ile tuzağın bekçisi olur idi; ve pâdişâhın elinde uçucu olur idi.

Halk onların görünüşteki sözlerine bakıp, biz bunları çok dinledik, bu sözler içimizde kat kat doludur, derler. “Ve kâlû kulûbünâ gulfun, bel leanehümüllâhu bi küfrihim” (Bakara, 2/88). Yânî “Kalblerimiz perdelidir, dediler. Bilakis küfürleri sebebiyle Allah onlara lânet etti.”

Kâfirler dediler ki; bizim gönüllerimiz bu cins sözlerin kılıfıdır ve bundan doluyuz.

Hak Teâlâ Hazretleri onlara cevâben buyurur: Hâşâ ki onlar bu sözden dolu olsunlar. Onlar vesvese ve hayâlden ve şüphe ve şirkten ve belki lânetden doludurlar.

“Bel leanehümüllâhu bi küfrihim” Yânî: “Bilakis küfürleri sebebiyle Allah onlara lânet etti.” Keşke bu kötü sözlerden boş olsalar idi. Hiç olmazsa kabûl edici olurlar ve bu sözleri kabûl ederlerdi. Onlar kabûl edici de değildirler. Hak Teâlâ onların kulaklarına, gözlerine, gönüllerine mühür vurmuştur. Tâ ki gözlerinin nûru başka bir renk ve Yûsuf’u kurt görsün; ve kulakları başka bir ses işitsin ve hikmeti boş ve kötü sözler addetsin; ve gönülllerine başka bir renk hissettirmiştir ki, vesvese ve hayâl mahâlli olsun. Nitekim kış, buzdan ve soğukluktan kat kat şekiller ve hayâller toplamıştır.

Çünkü “Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâvetun“ (Bakara, 2/7) Yânî “Allah onların kalbleri üstüne de, kulakları üstüne de mühür basmış, gözlerinin üzerine bir de perde çekmiştir” âyet-i kerîmesi hükmünce, hiç onlar bu hikmetlerden dolu olur mu? Kokusunu bile bulmamışlar ve yaşadıkları sürece ne onlar ve ne kendileriyle iftihar ettikleri kimseler ve ne de ataları işitmemişlerdir.

Ve onların aslı bir testidir ki, Hak Teâlâ onu, bâzılarına su dolu gösterir ve ondan içip kanarlar; ve bâzılarına boş gösterir. Mâdemki testinin hakkındaki muâmele böyledir, bu testiyi boş bulanın şükrüne mahal var mıdır? Şükrü testiyi dolu bulan kimse eder; ve bu testi ise âdemdir. Ne zaman ki Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem’in su ve kilini halketti ve “Kırk sabah Âdem’in çamurunu kendi eliyle yoğurdu” hadîs-i şerîfinde beyân buyruldugu üzere, onun kalıbını tamamıyla düzdü; ve bu kadar müddet yeryüzünde kalmış idi.

İblîs (lânet üzerine olsun) inip onun kalıbına nüfûz etti ve onun bütün damarlarını dolaşıp temâşâ etti. Ve kan ve (safrâ, dem, sevdâ, balgam) ile dolu olan damarlarıyla bağlarını gördü. “Eyvah, arşın sâkında ortaya çıkacağını görmüş olduğum İblîs, sakın bu olmasın, o iblîs mutlak budur.”

Hz.Pîr-i dest-gîr “es-selâmû aleyküm” deyip, meclisten kalktılar.