Sekizinci Fasıl Vahdet yânî birlik kıyâmette olur; fakat bu dünyâda mümkün değildir..

Atabek’in oğlu geldi. Cenâb-ı Pîr-i Dest-gîr buyurdular ki: Baban dâimâ Hak’la meşguldür; ve inancının gâlib olduğu sözlerinden bellidir.

Birgün Atabek dedi ki: “Anadoluda yaşayan kâfir Tatarlara kız verelim ki, dinde birlik oluşsun ve yeni din olan müslümanlık kalksın” dediler. Cevap verdim ki: “Bu din ne zaman bir olmuştur? Dâimâ iki ve üç olup, aralarında savaş ve kavga var olagelmiştir. Siz dîni nasıl birleyebileceksiniz?”

Bu söz üzerine Cenâb-ı Pîr-i Dest-gîr izâhlar vermeye başladılar: Şöyleki: Vahdet yânî birlik kıyâmette olur; fakat bu dünyâda mümkün değildir. Çünkü burada her birinin türlü türlü amacı ve hevâsı vardır. Birlik, burada mümkün olmaz. Ancak kıyâmette hep bir olurlar; ve bir yere bakarlar ve bir kulak ve bir dil olurlar.

İnsanda çok şeyler vardır. Fâre vardır, kuş vardır. Bir kere kuş kafesi yukarıya götürür ve fâre yine aşagı çeker; ve insanda yüzbinlerce çeşitli vahşilik mevcûttur. Fâre fâreliğini ve kuş, kuşluğunu ancak oraya gidince terk edip hepsi bir olurlar. Çünkü istenilen ne yukarıda, ne asağıdadır. İstenilen görününce, ne yukarı uçar ve ne de aşağıya çeker. Bir şeyi kaybeden kimse, sağını solunu, önünü ve arkasını arar. O şeyi bulunca, ne yukarıyı, ne aşağıyı, ne sağını ne solunu, ne önünü ve ne de arkasını aramaz; cem’ olur. Bundan dolayı kıyâmet gününde hep bir göz, bir dil, bir kulak ve bir akıl olurlar. Nitekim on kişi bir bağa veyâ dükkâna ortak olunca, sözleri ve dertleri bir olur ve bir şeyle meşgûl olurlar; çünkü istekleri birdir.

Şimdi kıyâmet gününde hepsinin işi Hak’la olunca, hepsi bir olurlar. Bu ma’nâ ile herkes dünyâda bir işle meşgûldür. Kimi kadın, kimi mal, kimi kazanç, kimi ilim muhabbetindedir. Hepsi, benim dermânım, zevkim, hoşluğum, râhatım ondadır; ve o, Hakk’ın rahmetidir diye inanır. Bir an sıkıntıya girince, o zevk ve râhat arayışı, doğru değilmiş, meğer iyi arayamamışım, tekrar arayayım der. Ne zamanki yine arar, yine bulamaz. Tâ rahmet perdesiz yüz gösterinceye kadar böylece arar durur. Ondan sonra yolun o olmadığını bilir.

Velâkin Hak Teâlâ’nın kulları vardır ki, kıyâmetten evvel böyledirler; ve onlar hakîkati görürler. Nitekim Hz. Âlî (kerremallahu vechehû) efendimiz “Bu madde beden kalıbı kaldırılıp kıyâmet ortaya çıksa, benim yakînim artmaz.” Örneği şöyledir ki, birtakım kimseler karanlık gecede bir hâne içinde her tarafa yönelerek namaz kılarlar. Gündüz olunca yönelişlerinde hatâ edenler Kıble’ye dönerler. Velâkin zâten gece Kıble’ye yönelmiş olan kimse niçin başka yöne dönsün? Çünkü herkes onun döndüğü tarafa döner.

Şimdi bütün bu dünyâ karanlığında yüzlerini Hakk’a döndürüp, mâsivadan yâni Hakk’ın dışındaki şeylerden yüz çeviren kullar hakkında, kıyâmet hazırdır. Bu sözün sonu yoktur. Velakin tâlibin isti’dâd’ı miktarınca ulaşır. Hak Sübhânehû Hazretleri: “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nünezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ (Hicr, 15/21) Yânî “Halkın muhtaç olduğu eşyanın hepsi, bizim kudret ve emrimizin hazîneleri indindedir. Biz onu ancak bilinen miktar üzere indiririz” buyurmuştur. Hikmet, yağmur gibidir; aslında haddi ve sonu yoktur. Fakat tâlibin ihtiyâcı miktarınca iner. Kışta, baharda, yazda ve sonbaharda yağmur ihtiyâç miktarınca ve baharda böylece az ve çok yağar. Fakat geldigi mahalde yagmurun haddi ve sonu yoktur. Attârlar şekerleri veyâ doğal ilaçları kağıtlara korlar. Şekerlerin mevcûdu kağıtlara koydukları kadar değildir. Şekerlerin ve ilaçların menbaı haddsiz ve sonsuzdur. Hiç kağıda sığar mı?

Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’e niçin sûre sûre inmeyip, ayet ayet ve kelime kelime indi diye kusur bulmaya çalışırlar. Mustafâ (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu ahmaklar, ne söylüyorlar; eğer hepsi bir kerede inse eririm, kalmam”. Çünkü vâkıf olan kimse, az şeyden, çok şey anlar; ve bir şeyden şeyler ve bir satırdan kitaplar çıkarır. Onun örneği şöyledir ki, meselâ bir takım kimseler oturup bir olay dinlerler. Onlardan birisi, olayın içinde bulunmuş olduğundan, hâlleri tamamıyla bilir. Bir işâretten o hepsini anlar ve sararıp kızarır; ve hâlden hâle girer; ve diğerleri hâllerin hepsine vâkıf olmadıklarından işittikleri kadar anlarlar. Velakin vâkıf olan kimse, onların anladıklarından çok anlar.

Gelelim sadede. Attâr dükkânına gittigin vakit de, şeker orada çoktur. Velâkin ne kadar para getirmiş isen, attâr bakıp, onun miktarınca verir. Burada para, himmet ve inançtır. Himmet ve inanç miktarınca söz iner. Şeker almaya geldiğin zaman cuvalına bakarlar. Bir kile mi, ya da iki kile mi alır; ne kadar ise o kadar tartarlar. Ve eğer deve katarları ve birçok çuvallar getirmiş olur isen, ölçü için kantarcılar tartarlar. Bunun gibi adam vardır ki, deryâlar yetişmez; ve yine adam vardır ki, birkaç damla yeter; ve ondan fazlası zarar verir. Ve bu hal yalnız ma’nâ âleminde ve ilimler ve hikmette değildir. Mallarda, altınlarda ve mâdenlerde diğerlerinde her şeyde böyledir. Velakin şahsın gücünün yetişine göre iner. Çünkü ondan fazlasına tâkat getiremeyip deli olur.

Mecnun, Ferhad ve diğer âşıkları görmezmisin? Bir kadının aşkından dağlara ve çöllere düştüler. Çünkü şehvet kuvvetini onların üstüne fazla döktüler. Ve aynı şekilde Firavun’u görmezmisin? Mülk ve malı fazla döktüklerinden, ilâhlık dâvasına kalkıştı. “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nünezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ (Hicr, 15/21) Yânî “İyiden ve kötüden hiçbir şey yoktur ki, indimizde sonsuz hazinesi olmasın. Velâkin kapasite miktârınca indiririz ki, fayda ondadır.” Evet bu şahıs inanmıştır, fakat inancını bilmez. Nitekim bir çocugun ekmeğe inancı vardır, amma neye inanmış olduğunu bilmez. Ve nitekim ağaç susuzluktan sararıp kurur ve susuzluğun ne olduğunu bilmez.

Âdem’in vücûdu bir bayrak gibidir. Bayrağı ilk önce havaya kaldırırlar; ondan sonra her taraftan akıl, idrâk, hışım, gazab, yumuşaklık, kerem, korku ve ümît sonsuz hallerini ve haddsiz sıfat askerlerini o bayrağın altında toplarlar. Uzaktan bakan kimse, yalnız bayrağı görür. Amma yakına gelen kimse, sancağın altında sayısız halkedilmişi görür. Yânî gâfil, teni görür; ve âkıl onda ne cevherler ve ne kadar ma’nâlar olduğunu bilir.

Bu sırada bir şahıs geldi. Hz.Pîr-i dest-gîr “Nerede idin? Göreceğimiz geldi; niçin geç kaldın?” buyurdu. O şahıs da: “Böyle tesâdüf etti” cevâbını verdi.

Hz. Mevlânâ efendimiz buyurdular:

Duâ edelim, tâ ki bu tesâdüf dönsün ve ortadan kalksın; ayrılık getiren o tesâdüf, lâzım değildir. Eyvallah, her şey Hak’dandır; ve her şey Hakk’a göre iyidir; velâkin bize göre böyle değildir. Dervişlerin Hakk’a göre iyidir dedikleri doğrudur; ve her şey Hakk’a göre iyidir ve kemâldir. Fakat bize göre her şey aynı değildir. Zinâ ve pislik ve namaz kılmamazlık ve namaz ve küfür ve İslâm ve şirk ve tevhîd, hepsi Hakk’a göre iyidir.

Velâkin bize göre zinâ ve hırsızlık ve küfür ve şirk kötüdür; ve tevhîd ve namaz ve hayırlı işler bize göre iyidir; ve bunların hepsi Hakk’a göre iyidir. Nitekim bir pâdişâhın mülkünde zindan ve darağacı ve mevkî ve mal ve emlâk ve hışım ve şenlik ve eğlence ve davul ve nişan hep mevcûttur. Pâdişâha göre bunların hepsi iyidir. Mevkî nasıl ki onun mülkünün kemâli ise, darağacı ve zindan da, öylece onun mülkünün kemâlidir; ve ona göre hepsi kemâldir; fakat halka göre mevkî ve darağacı bir olmaz.